Yahya Kemal Beyatlı kimdir? hayatı ve eserleri: (ö. 1884-1958) Türk şairi ve nesir yazarı. 2 Aralık 1884’te o zaman Osmanlı toprakları içinde bulunan Üsküp’te doğdu. Bir müddet burada belediye reisliği de yapan adliye memuru Nişli İbrâhim Nâci Bey ile Leskofçalı İsmâil Paşazâde Dilâver Bey’in kızı Nakıye Hanım’ın oğlu olup asıl adı Ahmed Âgâh’tır. Aile şeceresi hem anne hem de baba tarafından III. Mustafa devri Rumeli sancak beylerinden Şehsüvar Paşa’ya dayanır. Şairin daha sonra alacağı Beyatlı soyadı da şehsüvar lakabının Türkçe’sidir ve onun hâtırasını taşır.
Yahya Kemal ilk tahsiline Üsküp’teki Yeni Mektep’te başladı (1889), bir müddet sonra oldukça modern bir eğitim veren Mekteb-i Edeb’e girdi (1892). Üsküp İdâdîsi’nde başladığı orta öğrenimine (1895) ailece Selânik’e taşındıklarından Selânik İdâdîsi’nde devam etti (1897). O yıl annesinin ölümü ve babasının yeniden evlenmesi üzerine Üsküp’e döndüler. Ailedeki huzursuzluk yüzünden Yahya Kemal yatılı olarak Selânik İdâdîsi’ne gitmek zorunda kaldı, fakat hastalandığından yeniden Üsküp’e döndü (1900). Üvey annesiyle babası arasındaki geçimsizlik had safhaya varmış olduğundan idâdîyi tamamlamak üzere Yahya Kemal’i İstanbul’a gönderdiler (Nisan 1902). Yıl ortası olduğu için arzu ettiği Galata Sarayı Sultânîsi’ne giremedi, Robert Kolej’e kayıt için de bir sonraki yılı beklemek gerekiyordu. Bu sebeple bir müddet boşta kalması devrin siyasî akımlarına kapılmasına kâfi geldi. Bir fırsatını bularak, neslinin birçok genci gibi Paris’e kaçtı (Temmuz 1903). Bir müddet tahsilden uzak, Jön Türkler arasında yaşadı. Sonra Fransızca’sını ilerletmek için Meaux Koleji’nde okudu. Birkaç yıl, hemen pek çok Türk’ün okuduğu École Libre des Sciences Politiques’e devam etti. Siyasî ve edebî çevrelere girdi, devrin bir kısım yazar ve politikacılarını tanıdı, hareketli bir hayat yaşadı.
İki ay kadar da Londra’da bulundu (1906). Fırsat buldukça Fransa’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin birçok şehrini gezdi. Herhangi bir diploma sahibi olmadan, fakat zengin bir sanat ve tarih kültürüyle İstanbul’a döndü (1912). Dârüşşafaka Mektebi’nde (1913), Medresetü’l-Vâizîn’de (1914), Heybeliada Bahriye Mektebi’nde (1916), Dârülfünun Edebiyat Şubesi’nde (1916-1919) tarih, medeniyet tarihi, Garp edebiyatı ve Türk edebiyatı dersleri verdi. Tedavi için bir süre Sofya’da bulundu (1921). Lozan barış müzakerelerine müşavir delege olarak katıldı (1922). Yurda dönüşünde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne II. dönem Urfa mebusu olarak girdi (1923-1927). Bu arada Türkiye Suriye sınır tesbit komisyonunda önemli çalışmalar yaptı (1925). Varşova (1926), Madrid (1929) ve Lizbon’da (1931) orta elçi sıfatıyla çalıştı. 1933’te memlekete döndü, Yozgat mebusu olarak yeniden Büyük Millet Meclisi’ne girdi (1933), Tekirdağ (1935) ve İstanbul (1942) mebusluğu da yaptı. Yeni kurulmuş olan Pakistan Devleti nezdinde ilk büyükelçimiz oldu (1947). 1949’da emekliye ayrılarak yurda döndü. Sık sık sağlığı bozulan Yahya Kemal bu tarihten sonra tedavi için birkaç defa Paris’e gitti, fakat tam iyileşemedi. Son aylarında yattığı Cerrahpaşa Hastahanesi’nde 1 Kasım 1958’de öldü. Mezarı Rumelihisarı Kabristanı’ndadır.
Yahya Kemal, yetişmesinde Üsküp’ün, oradaki Yeni Mekteb’in ve Mekteb-i Edeb’in, bilhassa annesinin rolü olduğunu hâtıralarında belirtir. Edebiyata ve özellikle şiire karşı ilgisinin de Üsküp İdâdîsi’nde başladığını söyler. Bu yıllarda Recâizâde Ekrem’i, Abdülhak Hâmid’i, Muallim Nâci’yi ve Ziyâ Paşa’yı okuduğu gibi eski divanları da elinden düşürmediğini, hatta Esrar mahlasıyla şiirler yazdığını anlatır. “Hâtıra” adlı ilk şiiri de yine bu yıllarda İstanbul’da çıkan Terakkî gazetesinde yayımlanmıştır. İdâdî tahsili için geldiği İstanbul’dan Paris’e gidinceye kadar boş geçirdiği bir buçuk yıl içinde Servet-i Fünûn’un genç şairlerini ve Cenab Şahabeddin’i tanımıştır. İrtika (1902) ve Ma‘lûmat dergilerinde (1903) Âgâh Kemal imzasıyla şiirleri çıkmış, bu arada çeşitli edebiyat ve mûsiki meclislerine de devam etmiştir.
Yahya Kemal’in gerek sanat ve edebiyat gerekse tarih görüşlerinin teşekkülünde Paris’te geçirdiği dokuz yılın büyük rolü olmuştur. Bir taraftan o yıllarda şöhretleri devam eden Fransız romantiklerini okuyor, bir taraftan da realist romancıların eserlerini takip ediyor, sembolist ve parnasyen şairleri tanıyordu. Şiirine bir kültür temeli bulmak için Fransızlar’ın yaptıklarını araştırıyor, onların millî tarih görüşlerinin edebiyatlarına nasıl kaynak teşkil ettiğine dikkat ediyordu. Devrin meşhur tarihçileri Albert Sorel ile Camille Julien’in yazılarını ve derslerini takip ediyor, evlerindeki sohbetlere katılıyordu. Çeşitli istikametlerde genişleyen kültürü ona edebiyatta da tarih anlayışında da yeni ufuklar açtı. O güne kadar beğenip taklit ettiği Servet-i Fünûn şiirinden giderek uzaklaştı. Esasen bir süreden beri yenileşme ve sadeleşme yolunda olan Türkçe ile bir şiir dili kurmak istiyordu. Bu dil milletimizin duygularını ifadeye ulaşacak halis bir dil olacaktı. Fransızlar klasik metinlerden hareket edip yeni Fransız şiirine ulaşmışlardı. Öyleyse biz de divan şiirini günümüzde ihya etmenin, ondan pürüzsüz, saf mısralar elde etmenin yollarını aramalıydık.
Bunların yanında tarih anlayışı için de bir çıkış yolu aradı. Asırlardır hüküm süren Osmanlı fikri karşısında şimdi Turan düşüncesi uyanıyordu. Türk millî tarihinin temeli ne olacaktı? Tarihçi Camille Julien’in bir sözü ona yeni bir ufuk açtı: “Fransa toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı”. Bu cümle Yahya Kemal’in tarih felsefesinin formülü oldu ve bunu Türk tarihine uyguladı. Böylece Ziya Gökalp’in daha çok ırkî değerlere dayanan görüşü yerine millî tarih kavramını nihaî vatan edinilen topraklar üzerinde başlatmış oldu. Bugünkü Türk milleti ile Anadolu toprağı arasında bir medeniyetin yoğrulmuş olduğuna inanıyor, Türkler’in Anadolu’ya geldikten sonra ortaya koydukları yeni medeniyeti ve bu medeniyeti meydana getiren unsurları tanımak gerektiğini kabul ediyordu.
Bu duygularla Türkiye’ye dönen Yahya Kemal, şiirde Türk klasik devrinin sesiyle örnekler vermeye başladı. Eski Şiirin Rüzgârıyle kitabındaki şiirlerinin büyük bir kısmı bu yılların arayışıdır. Bir taraftan da Peyâm-ı Edebî (1919), İleri (1919-1921), Tevhîd-i Efkâr (1920-1921), Pâyitaht (1921) Yarın (1921-1922), gazetelerinde tarih ve edebiyata dair görüşlerini makaleler halinde yayımlıyordu. Bundan bir müddet sonra Anadolu’da başlayan Millî Mücadele hareketlerini de aynı gazetelerde ve Dergâh (1921) mecmuasında çıkan yazılarıyla destekledi. Sonraki yıllarda önceki makaleleri Edebiyata Dâir, ikinciler ise Eğil Dağlar kitapları içinde yer almıştır.
Büyük Millet Meclisi üyeliği ile elçilik yıllarını daha çok çevresindekilerle tarih ve edebiyat üzerine sohbetler, konferanslar ve bazı şiirlerini neşretmekle geçirmiştir. Yahya Kemal’in şiir ve nesirlerini son yıllarına kadar kitap halinde neşretmek gibi bir düşüncesinin olmadığı anlaşılmakta ve bütün yakınlarının hâtıraları bu bilgiyi doğrulamaktadır. Ölümünden sonra talebesi ve yakın dostu Nihad Sâmi Banarlı’nın himmetiyle kurulan Yahya Kemal Enstitüsü bütün şiirlerini, nesir yazılarını, hâtıralarını ve mektuplarını on üç kitap halinde yayımlamıştır. Bu on üç kitabın onu Banarlı’nın sağlığında, geri kalan üç tanesi de ölümünden sonra çıkmıştır. Banarlı’nın ifadesine göre, Yahya Kemal’in şiir kitapları ölmeden önce kendi tavsiyeleri ve tertip şekli hakkındaki arzuları dikkate alınarak ve kendisinin koyduğu isimler altında yayımlanmıştır. Buna göre eski ve klasik divan tarzında olanlar Eski Şiirin Rüzgârıyle, Hayyâm’dan tercümeleri de dahil olmak üzere bütün rubâîleri Rubâîler, yeni tarz şiirleri de Kendi Gök Kubbemiz adı altında toplanmış bulunmaktadır.
Yahya Kemal’in şiir görüşü dil mükemmeliyetiyle mûsikiye dayanır. Ona göre şiir alelâde cümlelerden değil nağmeden meydana gelir. Bu yüzden gözle veya zihnî bir okumadan çok sesle okunmaya muhtaçtır. Mısra bir nağme olmalıdır, bunun için de kelimelerin kulakla seçilmesi ve mısradaki yerlerinin bulunması gerekir. Bu düşünce, şairi kelime seçiminde ve mısra kompozisyonunda birçoklarında aşırı telakki edilmiş bir titizliğe sürüklemiştir. Gerek bu titizliği gerekse şiirlerini sağlığında kitap haline getirmekten kaçınması, hatta çok defa bizzat dergilerde bile neşrine tâlip olmaması, onların gözle okunması değil dinlenmesi ve söylenmesi isteğinden doğmuş olmalıdır. Türk şiirinin neo-klasizminin hemen yegâne örnekleri olarak kabul edilen eski tarz şiirlerinde ise Yahya Kemal, divan şiirinin mazmunlarından ve belâgatından ziyade eskinin yaşama zevki ile rindlik felsefesini dile getirmek istemiştir.
Gerek şiirlerinin gerekse nesirlerinin muhtevasında temel fikir, Türk milletini vücuda getiren kıymetlerin, bin yıllık bir zaman içinde (çünkü millî tarihimizin başlangıcı olarak 1071’i yani Malazgirt Zaferi’ni kabul ediyordu) vatan toprağında kan, ter ve gözyaşı ile yoğrulmasından doğuşudur. Bu kıymetler sanatımız (mimari, tezhip, hat, mûsiki, şiir), tevekkül anlayışı, merhameti ve âlicenaplığıyla hayat felsefemiz, cihangirlikle beraber fethedilen yerlerde bir umran tesis etme idealimizdir. Bu bakımdan kadın ve aşk temasının ağırlığını hissettirdiği şiirlerinde bile bu tema çok defa estetikle, millî sanatımızla ve diğer millî değerlerimizle iç içe görünür. “Fenerbahçe”, “Mihriyâr”, “Bir Tepeden”, “İstanbul’un O Yerleri” adlı şiirleri tamamen bu duyguların tezahürüdür.
Yahya Kemal’in siyasî fikirlerinin gelişmesi ve dinî hayat ve inanç karşısındaki davranışı Türk aydınının son asırda geçirdiği ruh ve fikir macerasının bir parçasını aksettirir. Ondaki İslâmî duyguların kaynağı, çok ileri yaşlarda bile bir dâüssıla gibi kendisini saran Üsküp hâtıraları içindedir. Bu hâtıralarda bilhassa çocuk yaşlarında babasının izleri hemen yok gibidir. Buna karşılık “ümmî” fakat görgülü bir kadın olan annesi Nakıye Hanım, gelenekten gelen bilgilerle ve bir kadın hassasiyetiyle onda ilk dinî duyguları uyandırır. Henüz mektebe başlamamış olan çocuğuna, “Oğlum, dünyada iki insanı sev… Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!” diyen bu rikkatli anne, böylece bu iki büyük isim etrafında ilk dinî ve millî terbiyeyi veriyordu (Sultan Murad’dan maksadının hem Murâd-ı Hüdâvendigâr, hem II. Murad olduğunu Yahya Kemal ilâve eder). Şair Leskofçalı Galib Bey’in yeğeni olan Nakıye Hanım oğluna bildiği ilâhileri öğretir, onu müslüman Osmanlı geleneğiyle büyütmek ister. Böylece çocuk Ahmed Âgâh, Üsküp’ün camileri, türbeleri, evliya kabirleri arasında, dinî hayatla millî ve mahallî örf ve geleneğin birbirine karıştığı “uhrevî bir âlemde”, Yûnus ilâhilerinin, Muhammediye’lerin okunduğu bir evde “sofuluğa mütemayil olmayan” bir müslüman dünyasının lezzetini alır. Hatta bir ara, biraz da çocukça bir aşk duygusu ve şiir hevesinin birbirine karıştığı bir atmosferde, Üsküp’teki Rufâî Tekkesi’ne devam eder. Şairin bu yıllarına ait duygularını en güzel biçimde “Kaybolan Şehir” adlı şiiri dile getirmektedir.
Yahya Kemal’in hâtıralarından, gerek Selânik’te gerekse İstanbul’da siyasî meselelere ilgisi arttıkça dinî hatta millî duygularının zayıfladığı sezilir. Selânik’te, üzerinde kısmen vatan sevgisi, fakat daha çok komitacılık ve isyan duyguları uyandıran Mizancı Murad, Nâmık Kemal gibi şahsiyetlere ve eserlerine hayranlık duyar; yurda girişi yasaklanmış kitap, risâle ve dergileri merakla okur. İstanbul’a gelince Batı medeniyeti, özellikle Fransa hakkında işittikleri onu süratle kendi milletinden ve memleketinden soğutur. Memleketi zindan, Avrupa’yı nurlu bir cihan gibi görür, Doğulu’nun ahlâkından nefret eder. “Paris hayalimin üzerinde bir yıldız gibi parlıyordu” diyen genç adam daha İstanbul’da iken dine karşı şiddetli bir tepki duyduğunu, bunun Paris’te daha da arttığını, hatta orada kilise aleyhindeki sosyalist Fransız gençleriyle birtakım sokak mitinglerine katıldığını yine hâtıralarında yazar. Paris’te öğrenciliğinin de pek iyi olmadığı ilk yıllarda Jön Türkler’e ve İttihatçılar’a karışır, onların kahve ve lokallerdeki toplantılarına devam eder. Birbirinden çok farklı sebeplerle vatandan uzakta yaşayan bir yığın Osmanlı arasında, Hoca Kadri Efendi gibi dindar fakat Yahya Kemal’in dostluk etmekten pek de zevk alamayacağı tiplerin karşısında, zıt bir aşırılığın temsilcisi Abdullah Cevdet gibi ateistler, Doktor Nâzım gibi daha dengeli şahsiyetler de vardı. Yahya Kemal’in bunlardan kopuşu Paris’teki hayatının üçüncü yılından itibaren başlar. Bu, hayat hikâyesinde söz konusu olan, Fransız millî tarih felsefesine ilgi duyması hadisesidir. Bu arayışları onda kaybettiği dinî duygularının yerini millî tarihimiz ve değerlerimizle doldurma gayretini doğurur.
II. Meşrutiyet’in ilânından birkaç yıl sonra geldiği İstanbul’da, her biri memleketin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulmak için birer hasta reçetesi gibi sunulan ideolojilerle karşılaştı. Yine bir kısım Fransız fikir ve sanat adamlarının etkisiyle tasavvur ettiği vatan toprağı nazariyesi onu bir müddet Yakup Kadri ile beraber bir “Nev-Yunânîlik” fantezisine sevketti. Nasıl vaktiyle İran kültür ve medeniyeti çerçevesinde idiysek şimdi de Akdeniz havzası içinde bir Greko-Romen medeniyeti ortak kültürümüzün kaynağını teşkil edebilirdi. “Bergama Heykeltıraşları” ve “Sicilya Kızları” adlı şiirleriyle “Bir Kitâb-ı Esâtîr”, “Tiyatro” ve “Çamlar Altında Musâhabe” serisinden bazı makaleleri bu yılların mahsulüdür. Yahya Kemal’de kısa süren bu bocalama, Balkan ve I. Dünya savaşlarının acı gerçeğiyle sona erer. “Yol Düşüncesi” şiiri de Akdeniz medeniyeti hülyasından vatan gerçeğine dönüşün ifadesidir. Bu devrede tarih ve medeniyet tarihi hocalığı vesilesiyle Selçuk ve Osmanlı tarihlerine eğilen şair, birçok millî değer gibi dinî duyguyu da yeniden kazanır. 1921-1922 yıllarında yazdığı “Topkapı Sarayında”, “Ezan ve Kur’an”, “Ezansız Semtler”, “Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüb” yazıları, milletimizin Müslümanlığa bağlılığını tarih, örf, mimari, mûsiki ve benzeri bin yıllık bir kültür birikiminin perspektifinden gösterir. Şiirleri arasında da, en çok emek ve önem verdiği “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” başta olmak üzere, “Itrî”, “Ziyaret”, “Atik Vâlide’den İnen Sokakta”, “Koca Mustâpaşa”, “Ufuklar”, “O Taraf”, “Selimnâme” ve “Ezân-ı Muhammedî” Yahya Kemal’in dinî duygularını derin ve samimi bir şekilde aksettirir.
Eserleri
Sağlığında şiir ve yazıları dergi ve gazetelerde dağınık halde kalmış olan Yahya Kemal’in eserlerinin kitap haline gelişi, ölümünden sonra İstanbul’da kurulan Yahya Kemal Enstitüsü tarafından gerçekleştirilmiştir. “Yahya Kemal Külliyatı” adını taşıyan seri on üç kitabı ihtiva etmektedir:
- Kendi Gök Kubbemiz (1961). Yahya Kemal’in sade Türkçe’yle söylediği, hem yapı hem şekil bakımından yeni tarz şiirlerini bir araya getiren eseridir. Kitaptaki şiirler “Kendi Gök Kubbemiz”, “Yol Düşüncesi” ve “Vuslat” başlıkları altında üç grupta toplanmıştır. Birinci gruptaki şiirlerde daha çok Türk milletinin tarih içinde iman gücüyle Anadolu ve Rumeli topraklarında yaptığı fetihler ve ortaya koyduğu güzellikler üzerinde durulur. İkinci grupta rindlik, ölüm ve sonsuzluk gibi temaların işlendiği şiirler, üçüncü grupta ise daha çok aşk şiirleri yer alır. Yahya Kemal aynı zamanda bir tefekkür şairi olduğu için bu bölümlerin herhangi birinde yer alan birçok şiir diğer bölümlere de girebilecek özellikler taşımaktadır. Onun aşk temasını işleyen şiirlerinde aynı zamanda yoğun bir şekilde vatan ve düşünce unsurları, fikrî muhtevalı şiirlerinde aşk unsurları, vatan şiirlerinde ise diğer bütün unsurları bir arada görmek mümkündür.
- Eski Şiirin Rüzgârıyle (1962). Divan şiirini XX. yüzyılda da yaşatma düşüncesiyle hem şekil hem yapı hem de muhteva bakımından tamamen klasik tarzda yazılan şiirlerin toplandığı kitaptır. Bu şiirler “Selimnâme”, “Gazeller”, “Şarkılar”, “İthaf” ve “Kıt‘alar-Beyitler” başlıkları altında beş bölümden meydana gelir. Tarihin eski ve ihtişamlı devirlerine ait olayları kendi çağlarının diliyle söylemek Yahya Kemal’in önem verdiği bir husus olduğundan bu kitaptaki şiirlerin tamamı eski devrin diliyle yazılmıştır.
- 3 ve 4. Rubâîler ve Hayyam Rubâîlerini Türkçe Söyleyiş (iki kitap bir arada 1963). Klasik edebiyatta rubâî, genellikle büyük manzumelerde ifade edilebilecek birtakım duygu ve düşünceleri dört mısraya sığdırabilme başarısının ifadesi olmuştur. Yahya Kemal de bu kitapta toplanan rubâîleriyle klasik şiirde ayrı bir yeri olan rubâîye Türkçe’de yeni bir hayat kazandırmaya çalışmıştır. İkinci kitapta ise Hayyâm rubâîlerinin Hüseyin Dâniş tarafından 1927’de yayımlanan ikinci baskısı esas alınmıştır. N. S. Banarlı’nın ifadesiyle bu kitaptaki rubâîler, “Yahya Kemal’in kitap okurken veya kendi şiirlerini söylerken yorulan ruhunu dinlendiren birer çalışmadır”.
- Azîz İstanbul (1964). Yahya Kemal’in, Osmanlı-Türk kültür ve medeniyetinin en güzel ve en anlamlı âbidelerinin bulunduğu İstanbul hakkında çeşitli tarihlerde kaleme aldığı yazılardan meydana gelmektedir.
- Eğil Dağlar (1966). İstiklâl Savaşı yıllarında Anadolu’daki Millî Mücadele’yi İstanbul’dan kalemiyle destekleyen Yahya Kemal’in, o günün İleri (1921), Dergâh (1921), Tevhîd-i Efkâr (1922) ve Hâkimiyet-i Milliye (1924) gibi gazete ve dergilerinde doğrudan doğruya Millî Mücedele ile ilgili olarak yayımlanan yazılarını bir araya getirmektedir. Kitapta işlenen ana fikirlerden biri, İstiklâl Savaşı ile başlayan yeniden millet olmanın temeline hangi değerlerin konulacağı görüşüdür. Yahya Kemal’e göre millî birliğin artık saltanat çevresinde sağlanması mümkün değildir. Ancak yazar yeni Türk devletinin teşekkülünü, Osman Gazi’nin kurduğu Türk devletindeki ruhla izah eder. Bu devlet eskisinden farklı biçim ve usullerle, fakat eskisi ile yine aynı temeller üzerinde yükselecektir. Kitapta ayrıca, Türkiye’nin Anadolu ve Trakya’da kurulması ile dünya barışına sağlayacağı faydalar üzerinde de durularak Yunanistan’ın yayılma politikasından doğan fikirlere karşılık verilmektedir.
- Siyâsî Hikâyeler (1968). Yahya Kemal’in ileriki yıllarda yayımlamayı düşündüğü siyasî muhtevalı hikâyelerden oluşur. Kitapta yer alan “Şem’i Molla”, “Bir Gözdenin Gafleti”, “Âtıf Efendi’nin Üslûbu” ve “Râif Efendi’nin Katli” başlıklı hikâyelerin hemen hepsinde Osmanlı tarihinden alınmış ve saray çevresinde geçen olaylar anlatılmıştır.
- Siyâsî ve Edebî Portreler (1968). Bu kitapta ise Tanzimat sonrasının siyasî ve edebî hayatında önemli rolleri olan yirmi Türk edebiyatçı, devlet adamı ve politikacısı hakkında Yahya Kemal’in düşünce ve gözlemleri yer almaktadır. Yazarın, muhtemelen herhangi bir polemiğe girmemek düşüncesiyle, ölümünden sonra yayımlanmak üzere yazdığı bu yazılar devrin çeşitli olaylarına da ışık tutacak niteliktedir.
- Edebiyata Dâir (1971). Yahya Kemal’in büyük bir kısmı devrin gazete ve dergilerinde yayımlanan eski Türk edebiyatı, şiir, Türkçe, vezin ve kafiye, tenkit, tiyatro ve memleket edebiyatı gibi konularda kaleme aldığı yazılar bu kitapta yer almaktadır.
- Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hâtıralarım (1973). Burada da Yahya Kemal’in doğup büyüdüğü, yetiştiği ve şahsiyetinin teşekkül ettiği çevre ile bu çevrede geçen önemli olaylar, şairin bunlara bakış tarzı ve bunları değerlendirmeleri bulunmaktadır. Eser “Çocukluğum-Gençliğim”, “Edebî Hâtıralar”, “Siyasî Hâtıralar” ve “Jön Türkler’e Dâir” başlıkları altında dört bölümden oluşur.
- Târih Musâhabeleri (1975). Aslında kendisi bir tarihçi olmadığı halde bu kitaptaki yazılarında Yahya Kemal bir edebiyatçının Osmanlı tarihine nasıl bakması gerektiğinin en güzel örneğini vermiştir. Ayrıca bu yazılarda ondaki tarih ruhunun nasıl geliştiğini de açıkça görmek mümkündür.
- Bitmemiş Şiirler (1976). Bu kitapta şairin bitmiş şiirleri kadar güzel denebilecek şiir tasarıları, yarım kalmış şiirleri, kıtaları, rubâîleri, bazı mısraları ve mısralarının birbirinden farklı şekilleri yer almaktadır. Bu yarım kalmış parçalarda şairin bir şiir üzerinde nasıl çalıştığı ve bir şiir için olgunlaşıncaya kadar nasıl bir cehd sarfettiği açıkça görülebilmektedir.
- Mektuplar-Makaleler (1977). Yazarın bu isim altında neşredilen kitabında mektup ve makalelerinden başka, hâtıraları, sohbet yazıları ile bazı hitabe ve konferansları da yayımlanmıştır. “İspanya Hâtıraları” adını taşıyan bölümde bir kısmını mektup olarak yazdığı bu hâtıralarda İspanya’nın coğrafî ve sosyal özellikleri yanında tarih ve mitolojisine de yer vermiştir.
Peyâm ve Peyâm-ı Edebî’de yayımlanan makalelerde 1914-1915 yıllarının birtakım sosyal meseleleri üzerinde durulurken Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanan yazılarda ise tamamen siyasî ve aktüel konular ele alınmıştır.
YAHYA KEMAL BEYATLI Yaşamı ve Çevre Koşulları
Üsküp’te doğdu (2 Aralık 1884). Asıl adı Agâh Kemal’dir. İlköğrenimini yaptıktan sonra Üsküp ve Selânik idadilerinde okudu. Son sınıftayken -üvey anasıyla anlaşamadığından- babası tarafından İstanbul’a gönderildi (1902). Akrabalarının Galatasaray ve Robert Kolej’de okuması için yaptıkları girişimlerin sonuçsuz kalması üzerine kendi deyişiyle “Genç Türk cereyanına kapılarak” Paris’e kaçtı (1903). Fransızca bilmemesine ve batıyı ancak çeviri kitapların tanıttığı çerçeveden görmesine karşın, kuşağının öteki gençleri gibi “alafranga” eğilimler taşıyordu. Orada düşün, politika ve edebiyatımızın ünlü kişileriyle tanıştı, arkadaşlıklar kurdu. Genç Türklerden Dr. Nazım, Şair Hüseyin Siret, Sâmipaşazade Sezai; Cumhuriyetten önce ve sonra kimi sosyalist örgütlerin lideri olarak tanınan Dr. Şefik Hüsnü (1887- 1959) ve Abdülhak Şinasi (Hisar) yakın dostları arasındaydı. Ama hiçbir politik eylem ve örgüte katılmadı.
Fransızca öğrenme amacıyla yatılı olarak girdigi Meaux Koleji’ndeki öğrenimini tamamladıktan sonra, Ecole Libre des Sciences Politiques’e (Siyasal Bilgiler Okulu) yazıldı. Burada, kendisinin yalnız siyasal araştırmacı değil, aynı zamanda bir yetiştirici olarak tanıttığı Alber Sorel’den tarih okudu. Öğretmeninin etkisiyle Osmanlı-Türk tarihi üzerine araştırmalara başladı. Bir yandan da Hugo, Baudelaire, Verlaine, Maliarme, Rimbaud gibi Fransız şiir ustalarını anlamaya çalışıyor, İstanbul’dayken etkisinde kaldığı Hamit, Tev- fik Fikret ve Cenab Şehabettin gibi batıya yönelik şairlerin yaptıkları ile yapamadıklarını araştırıyordu. Yakın dostlarından Abdülhak Şinasi’nin anlattığına göre, Yahya Kemal’in heveslerinden biri de ünlü şairleri tanımaktı. Bir ara, Hamit’i görme amacıyla Londra’ya gitmiş, tanışma fırsatını bulduğu Jean Moreas’ın çevresinde bulunmaktan övünç duymuştu.
Yahya Kemal’in Paris’te bulunduğu yıllar (1903-1912) Avrupa’da sosyalizm ve sendikacılık hızlı bir gelişme içindeydi. Ingiltere, Almanya, Avusturya ve İskandinav ülkelerinde işçi sınıfının siyasal örgütlerinin etkinliği geniş ölçüde artmıştı. Fransa’da da aynı durum görülüyordu. Sosyalist Parti, başta “L’humanité” olmak üzere 22 gazeteye, mecliste 37 sandalyeye sahipti. Sosyalist düşünür ve yazarlar düşün hayatına egemen olan bir hareketlilik içindeydiler. İşçi örgütlerinin düzenlediği gösteriler küçük burjuva çevrelerinde de onay ve coşkuyla karşılanıyordu.
İstanbul’dan ayrılırken, “dine karşı kafasında güçlü tepkiler olduğunu” söyleyen Yahya Kemal’in de durmaksızın gelişen bu eylem gücüyle coşkulandığını anılardan öğreniyoruz. Diyor ki:
Paris’te dinsizliğim arttı. 1904 senesi Paris’te kilise ve din düşmanlığının azdığı ve sosyalist cereyanının sert bir rüzgâr gibi estiği bir seneydi. Mitinglere ve nümayişlere karışıyordum. Sokaklarda “international” dinlerken kalbim gene bir insanlık sevgisiyle doluyordu ve gözlerim yaşarıyordu. Jaurès, Pressence, Vaillant, Alman anarşist Sébastian Faure ve Malato’nun nutuklarım hararetle dinliyordum. Dinsizlik ve ihtilalcilik heveslerim arta arta Jean Grave’ın “Temps Nouveaux” gazetesinin ateşli bir kaari’i ve müfrit bir tilmizi oluverdim.
Bu düşünüşte ve yeni bir tarzda kekelediğim bazı mısraları Doktor Abdullah Cevdet görmüş ve pek ziyade beğenmişti. Victor Hugo’yu seviyordum, bu merhaledeki düşünüşüme epey uygun olduğu için onun şiirini anlamakla, romantizme kolay bir kapıdan girmiş oldum. İhtilalci hararetim 1905’e kadar sürdü ve sonra sönmeğe yüz tuttu. Kendimi Paris’in eğlencelerine hevâ vü heveslerine kaptırdım.^
Dokuz yıl süren Paris yaşamından İstanbul’a döndüğünde (1912) Meşrutiyet ilan edileli dört yıl olmuş, Paris’ten tanıdığı birçok arkadaşının da yöneticileri arasında bulunduğu İttihat ve Terakki Fırkası iktidara geçmişti. Da- rüşşafaka Lisesi’nde edebiyat ve tarih, Medresetü’l Vâizin’de Medeniyet Tarihi öğretmenliği yaptığı bu evrede de politikaya karışmadı. Bir süre, iktidar partisinin yan kuruluşları sayılabilecek olan Türk Ocağı gibi örgütlere bile uzak durdu. Sonraki yılların yazılarında bu tutumun nedenlerini öyle açıklar: … Müfrit Türkçü değildim, hayalini Türkçülüğe kaptıran her Türkün gördüğü Turan rüyasından uyanmıştım, ırk birliği gibi ve saf menşelerimize rücû gibi ilk şedid arzularımız bahsinde uslanmıştım, kendi vatanımızın o zamanki siyasî hudutları içinde bir Türklüğe razı olmuştum. Bin yıl evvelini tarih öncesi sayarak, bin yıldan beri birleştiğimiz Anadolu ve Rumeli topraklarında daha küçük mikyasta bir Türkçülüğe meyi etmiştim. O vakitin tabiriyle bir Osmanlı Türklüğü arzu ediyordum.
… Balkan Harbinden sonra Türkçülük İstanbul’da galeyanlı ve heyecanlı bir sene geçiriyordu. Ocaklar, dernekler, yurdlar, mecmualar,
- Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, sf. 102 (1973)
bir tekevvün devresinde olduğu gibi, kaynaşıyorlardı. Ben bütün bu hareketlere uzak yaşıyordum, hatta bazı gençler arasında muarız bir Türkçü telâkki ediliyordum.
Bir süre sonra bu yazısında “ocaklar, dernekler, yurtlar, mecmualar” biçiminde andığı hareketlere katılarak Bilgi Derneği, özellikle Türk Ocağı çevresinde dönemin “fikriyatıyla” temel çelişkileri olmayan söyleşi ve konferansları ile tanındı, sevildi. Belki bu yakınlaşmanın sonucu, İttihat ve Terakki Fır- kası’nın düşün, sanat, eğitim politikasının yürütücülerinden biri olan Ziya Gökalp’in ilgisiyle Darülfünun müderrisliğine atandı (1915).
Köprülüzade Mehmet Fuad ve Ahmet Refik’le birlikte Ziya Gökalp’in ısrarlarına dayanamayarak “her türlü siyaset tesirinden âzâde, hür…” bir dergi hazırlayacakları umuduyla yönetimine katıldığını söylediği Yeni Mec- mua’da “Bulunmuş Sahifeler” genel başlığı altında 8 şiir yayımladı (Mart-Ni- san 1918). Giderek İttihat ve Terakki yöneticilerinden Talat Bey’in derginin yönetimine el koymasına da sessiz kaldı.
Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmış, siyasal tarihin “mütareke dönemi” olarak adlandırdığı yıllarda birçok düşün adamı, sanatçı, îngilizler tarafından Malta Adası’na sürülmüştü. Bir bölük aydınsa işbirlikçi hükümet tarafından ya tutuklanır ya da yandaş olarak hizmetine alınırken, bir bölüğü de işgalden önce ve sonra Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’na katılıyordu.
Mütareke dönemi aydınlarının çoğunu içine alan bu durumlardan herhangi birini yaşamında görmediğimiz Yahya Kemal ne Malta’ya sürüldü, ne Anadolu’ya geçti. Ne tutuklandı, ne de işbirlikçi hükümetlerin yandaşı oldu. 1915’te atandığı Darülfünun’daki derslerine devam ederek Büyük Mecmua, Edebi Mecmua, Şair, Nedim dergilerinde bireysel duyarlıklara bağlı şiirlerini yayımlama olanağı buldu (1919).
Daha sonra, özellikle II. İnönü zaferini izleyen günlerde, ileri ve Tevhid-i Efkâr gazetelerindeki siyasal yazılarında Kurtuluş Savaşı’na yandaş görüşler ileri sürdü. Yunan ordularının karşı saldırıya geçtiği evrede ise bu tür eylemleri keserek (30 Haziran 1921’le 9 Mart 1922 arası) bir ara yurtdışına çıktı. 1922 yazında yeniden ulusal konulara değinen yazılarına devam etti. İzmir’in kurtuluşundan sonra Ali Kemal, Rıza Tevfik, Cenab Şehabettin gibi ulusal harekete karşı olan kişilerin Darülfünun’daki görevlerinden ayrılmak zorunda kalmaları üzerine (20 Eylül 1922), son Osmanlı Hükümetince Cenab’ın kürsüsüne de getirildi.
1922 sonlarında Ankara’ya geçen şair, bir süre “Hakimiyet-i Milliye” (sonradan Ulus adı ile çıkan CHP organı) gazetesinde başyazarlık yaptı. Barış antlaşması çalışmalarını yürütecek kurulda görev alarak Lozan’a gitti. Dönüşünde Urfa’dan milletvekili seçildi (1923-26). Varşova (1926), Madrid (1929) elçiliklerine atandı. Uzun yıllar Tekirdağ (1935-42) ve İstanbul (1943-1946) milletvekili olarak parlamentoda bulundu. Cumhuriyet Halk Partisi estetik müşavirliği ve Pakistan Büyükelçiliği yaptıktan sonra emekliye ayrıldı (1949). 1 Kasım 1958’de İstanbul Cerrahpaşa Hastanesi’nde öldü.
Edebiyat Yaşamı
Edebiyat eğilimleri, ilkgençliğinin Üsküp evresinde beliren Yahya Kemal, Bağdatlı Ruhi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamit ve Muallim Naci’nin yapıtlarım okumuş, özellikle Naci’nin şiir dünyasına yakınlık duymuştu. Aruz ölçüsünün değişik kalıplarım deniyor, kimi deneylerini İstanbul’da yayımlanan dergilere gönderiyordu. Bu öğrenim yılı okuduğu Selânik îdadisi’ndeyken Servet-i Fünun dergisini izleme olanağı bularak dönemin yeni şairlerini tanıdı. İstanbul’a geldiği yıl da (1902), Fikret’in Rübab-ı Şikeste’sini okuyarak etkilendi. Bu evrede Malûmat ve Irtika dergilerinde birçok şiir yayımladı.
Yeni bir dil öğrenme uğraşısı ile geçen Paris hayatının ilk yıllarında okuduğu şiir matinelerinde dinlediği yapıtların karşısına çıkardığı çağdaşı Fransız sanat ortamı “Edebiyat-ı Cedide” beğenisinden çabuk kopmasına yol açtı. Bu akıma bağlı şairlerin yazdıklarını, “Fransız şiirinin gölgesinde, zevksiz, köksüz, tutkusuz ve acemice” görüyor, özellikle yeni bir şiir dili yaratma olanaklarını araştırıyordu. Bir süre Hugo’yu okuduktan sonra Charles Baudelaire’i (1821-1867) tanıdı. Yeni Fransız şiirinin öncülerinden sayılan bu şairin Les Fleur du Mal (Kötülük Çiçekleri) adlı yapıtı 1857’de yayımlandığı halde etkisi sürüyordu. Mallarmé (1842-1898), Paul Verlaine (1844- 1896), Rimbaud (1854-1891) gibi sembolizmin başlıca ustalarına yeni olanaklar açan Baudelaire şiirinin derin duyarlığı, buluş zenginliği içinde uzun süre kaldı Yahya Kemal. Şairin yaşamına ait özellikleri öğrenerek, şiiriyle eserleri arasındaki ilintileri duymaya çalıştı. Sonra, kendi deyişiyle “sıtmalı bir iptila” ile sevdiği Verlaine’e düştü.
Eleştirmenlerin “şehvetli bir muhayyilenin ahenkli bir hüzünle kaynaşması..” biçiminde tanıttıkları Verlaine şiirinin temel öğesi belirsizlik ve uyumdu. Şiiri seslendirerek etki yaratmak istiyordu Verlaine. Art Poetique (Şiir Sanatı) adlı şiirinde amaçlarını belli yöntemlere bağlamıştı.
Musiki, her şeyden önce musiki,
Onun için tekli mısradan şaşma;
Kıvrak olur, erir havada sanki,
Ağır aksak söyleyişe yanaşma.
Kelime seçerken de meydan senin,
Bile bile bir nebze aldanmalı.
Dumanlısı güzeldir türkülerin,
Öyle hem seçik olsun, hem kapalı.
Hep musiki, biraz daha musiki,
Havalanan birşey olmalı, mısra.
Deli bir gönülden kalkıp gitmeli,
Başka göklere başka sevdalara.
Yahya Kemal, Verlaine’de bulduklarım, Türk şiirinin ustalarında ararken, şiir dilini düzyazı yapısından ayıran özellikleri onların yapıtlarında somutlamak istedi. Fuzuli’nin, Bâki’nin şiirlerine kendi dil mantığı açısından bakarak bu anlayışla değerlendirmeye çalıştı. “Bir milletin, dilini ifade edecek olan sanatkârın, o milletin bütün tarihinde dilinin geçirmiş olduğu safhaları sadece bilmesi değil benimsemesi lâzımdır.” (Edebiyata Dair, sf. 9) düşünüsünden hareket ederek. “Her dilde bir şiir kelimesi vardır. Demek ki, bu kelime yalnız kendine benzer bir sanatı ifade eder…” biçiminde görüşlerle Mallarme’ye yaklaştı.
Artık ilkgençliğindeki yazma hızını kesmişti. Bitmiş sayılabilecek şiirlerini bile yayımlamaktan çekiniyor, yeni düzeltmeler gerekeceği olasılığını düşünerek bekletiyordu. İstanbul’a geldiği yıllarda ilkin söyleşilerinde dostlarına okuduğu şiirler edebiyat çevrelerinde ilgi yaratmış, kişiliği üzerinde yargılar verilmesine yol açmıştı. Ruşen Eşref’in dönemin tanınmış edebiyat adamlarıyla yaptığı konuşmaları topladığı Diyorlar ki (ilk bas. 1918) adlı kitabında okuduğumuza göre, Süleyman Nazif, şöyle söylüyordu: “Yahya Kemal’in yalnız altmış biri tam olmak üzere, yüz yetmiş iki mısraını gördüm. Gördüm ve beğendim. Başkaları bunları da görmediği halde Yahya Kemal’in şairliğini sonsuz bir coşkunlukla, aşk ile alkışlıyorlar. ”
Gerçekten de bu kitapta derlenen konuşmalarında -bu dönemindeki yaratılarına bakarak- Halit Ziya, Sâmipaşazade Sezai, Rıza Tevfik, Hamdullah Suphi, Mehmet Emin gibi değişik beğeni dünyaları olan kişiler, Yahya Kemal’in “seçkin sanatçılığı“ üzerinde durdular. Halide Edib, “En büyük Türkçe şiiri yazacak diye beklediğimiz adam” sözleriyle umudunu açıklarken, Ahmet Haşim, şu kanıları ileri sürdü: “Edebiyatımız onunla ışık ve havaya kavuşuyor… Büyük sanat, büyük fazilet gibi aşırılıklardan, kadınca coşkulardan sakınmak, çok hissedip, çok esirgemek ve sözleri pek gizli bir kuvvetle, pek derin ürpertilerle harekete geçirmektir ki, Yahya Kemal’in sanatı işte bu sanattır”, (sf. 260)
1918’lerde Yeni Mecmua’da çıkan sekiz şiiri ise, Yahya Kemal üzerindeki bu tür yargıların daha da genişlemesine yol açarken, bilinmez okur çevrelerine yeni bir anlayışın ilk örneklerini götürmüş oldu. Daha sonra Edebi Mecmua, Şair, Büyük Mecmua, Nedim (1919), Dergâh (1921-22) dergilerinde yayımladığı şiirler de övgüyle karşılandı. Özellikle “Ses” (Dergâh, sayı 6, 5 Temmuz 1921) çağdaş şiirimizin ilk öncü yapıtlarından biri sayıldı.
Bu yıllarda Peyâm-ı Edebi, Dergâh, İleri ve Tevhid-i Efkâr’da düşün ve
Çevirenler: S. Eyuboğlu, M. C. Anday, Orhan Veli Kanık, Fransız Şiiri Antolojisi (1947).
edebiyat yazıları yayımlayan Yahya Kemal, Anadolu’ya geçtiği zaman bir süre Hakimiyet-i Milliye gazetesinde başyazarlık yaptı.
Cumhuriyet döneminde şiirlerini Foto Magazin, İnsan, Akademi (1940-42), İstanbul (1943-44), Aile (1947-48), Salon (1947-48), Resimli Hayat (1952-53), Hayat (1953) Akşam, Cumhuriyet ve Hürriyet (1956-57’de 65 hafta) dergi ve gazetelerinde yayımladı. Ölümünden sonra Yahya Kemal Enstitüsü’ne bağlı bir kurul -şairin isteğine uyarak- bütün şiirlerini üç kitapta topladı.
- Kendi Gök Kubbemiz (1961; 4. bas. 1969): Bu kitapta şairin anılarında “beyaz lisan” olarak nitelediği günümüz Türkçe’siyle yazılmış 80 şiiri vardır. Ölümünden önce hazırladığı taslak uyarınca dergi ve gazetelerde ya- yımlanış tarihi göz önünde tutulmadan, işlediği temalara göre üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm (Kendi Gök Kubbemiz) tarihsel temalarla İstanbul şiirlerini; ikinci bölüm (Yol Düşüncesi) doğa, ölüm-yaşam felsefesini işleyen şiirleri, üçüncü bölüm (Vuslat) ise genellikle aşk şiirlerini kapsar.
- Eski Şiirin Rüzgâriyle (1962, 1974): Selimnâme, Gazeller, Musam- matlar, Şarkılar, ithaf, Kıt’alar-Beyitler bölümlerinden oluşur. Eski şiirin beğeni ve kuralları içinde yazılmış olan 62 şiir, 9 kıt’a, iki beyit vardır.
- Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963).
Sanatı
Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz’deki şiirlerini, konuları yönünden, tarih, İstanbul, doğa, aşk, ölüm-yaşam, anı şiirleri gibi belli gruplara ayırarak incelemek mümkündür. Gerçekten de bu kitabında yer alan eserler, genel özellikleri bakımından bu ayrımlara olanak tanıyacak biçimdedir. Nedir ki, bu gibi sınıflara ayırarak değerlendirilmelerine alışılan bu şiirde çok belirgin ortak yönler olduğunu unutmamak gerekir. Şairin, tarihsel bir konuya bağlı olan düşünce ve duyarlıkların ağır bastığı bir parçasında, doğa izlenimlerini, betimlemeleri; İstanbul duyarlığına bağlı olan şiirlerinde, anı ya da aşk temalarını işleyen dizeler -kimi zaman da bölümler- çoktur.
Bu nedenle Yahya Kemal şiirinin öz yönünden iki temelde geliştiğini söylemek daha doğru olur:
- “Ben” ve “O” gerçeğinden hareket eden bireysel duyarlıkların şiirleri.
- Kaynağını geleneklerden, geçmiş zaman gerçeklerinden alan toplumsal duyarlıkların şiirleri.
- Yahya Kemal’in birçok şiirinde “ben”, kişiliğini, toplum ve evren karşısındaki davranış ve düşünüş biçimlerini kabul etme olarak değerlendirilebilir. Şair, daha genç yaşlarında bile çok yaşamış, çok görmüş, çok duyarak sanki olağanüstünün sınırlarına ulaşmış bir kimliğe sahip olduğuna inandığını belli eden dizeler yazarak bunu sezdirmek ister. Giderek, şiirleri toplumun değişik sınıf ve tabakalarına açılıp onaylandıkça “ben”, güçlü olduğunun bilincine vararak -öteki insanların mutlaka paylaşacağını varsaydığı- düşünce ve duyarlıkları özgürce söylemeye başlar.
Bu defa farkına vardım ki ihtiyarlamışım,
Hayatı bir camın ardında gösteren tılsım Bozulmuş anlıyorum, çıktığım seyahatte.
(Yol Düşüncesi)
Ülfet belâlı şey, fakat uzlet sıkıntılı Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı?
(Düşünce)
Şafaktan önce uyandım. Bahar odamdaydı.
(Modada Bahar)
Sevdiklerim göçüp gidiyorlar birer birer Ay geçmiyor ki almayayım gamlı bir haber.
(Duyuş ve Düşünüş)
Gördüm ölüm diyârını rûyâda bir gece,
Sessizlik ortasında gezindim kederlice.
(O Taraf)
Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum.
(Ses)
Kolay çoğaltılabilecek olan bu gibi dizelerin öncülüğü ile geliştirilen şiirlerde, öteki insanlara, sanki onların ulaşamadıkları ve hiç ulaşma olanağını bulamayacakları bir “mertebe”den sesleniyor havasındadır.
“O” ise kimi kez, sevgili, kimi deniz, bir İstanbul semti ya da ölüm korkusunu aşmaya yardımcı olan evren düşüncesi halinde görünür. “Ben” bireyseli, “o”, dışı -genellikle de evrenseli- simgeler. Ama belirttiğimiz gibi şair kendinde insanüstünü amaçladığı için “ben” ve “o” bir bütünün parçaları durumundadır. Örneğin:
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum,
biçiminde bir öykü anlatımıyla başlayan “Açık Deniz” şiirinde, “Ben”e özgü duyarlıklar kimi tarihsel gerçeklerle zenginleştirilirken, ikinci bölümde “o” deniz olarak karşımıza çıkar:
Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü Bir med’Zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi.
dizeleriyle betimlenen deniz, giderek bir bütünleşme amacına dönüştürülür.
“O” ister sevgili, ister evren olsun, Yahya Kemal, bireysel duyarlıkların ağır bastığı şiirlerinde, hep bir bütünleşmenin peşine düşmüş görünür. Sürekli sevgiyi duydukça anne topraktan içimde korku nedir kalmıyor yok olmaktan.
(Modada Bahar)
Birdenbire hissettim ufuktan bir atılma Baktım ki deniz insanı durgun suyu yardı,
Bir dev gibi mûnis ve yosun saçları vardı.
Durdum, dedi:
Madem ki deniz rûhuna sır verdi sesinden Gel kurtul o dar varlığının hendesesinden.
Ummana çıkar burda bugün beklediğin yol,
At kalbini girdaba, açıl engine, ruh ol.
(Deniz)
“Sonbahar”, “Düşünce”, “Sessiz Gemi”, “Rindlerin Ölümü”, “Rindle- rin Akşamı”, “Geçiş”, “Deniz Türküsü”, “Uçuş” gibi şiirlerinde ise Yahya Kemal, ölüm-ölümden sonra yaşam, ebedileşme kaygılarını bir felsefe haline getirmeye çalışır. Ölüm korkusunu “dindar adam tevekkülü” ile karşılama aşamasında yazdığı parçalarda evrene karışmanın yerini bilinmez bir dünya (ahret) düşünüsü alır.
“Fani Ömür” nasılsa bitecek, kişi serviliklere yol göründüğünü anlayacaktır. Dünyanın ufku kararmış, her gün sürüklenip yaşamak ağırlık vermeye başlamıştır (Sonbahar). Hülyası kalmayınca hayatın zevki yoktur. O halde bu beyhude sonbahar bitmeli: kişioğlu, ölmeden önce öldüren korkulardan kurtulmalıdır (Düşünce).
Şair, “rûhun kıyışız bir denizde” uçarak “yıldızlar ülkesinde” yükseğe açıldıkça hayal edilen âlemi göreceğine inandığı zaman (Uçuş) umutlu ve korkusuzdur. Ancak bu inançla ölümü “âsude bir bahar ülkesi” sayar ve “dindar adam tevekkülü” ile kendine cesaret verir: “Rahatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur.” (Geçiş)
Ölüm korkusu ağır bastığı zaman, çok sevdiği bilinen, Gerard de Ner- val’in El Desticado adlı şiirinin, “le soleil noir de la melancolie” dizesindeki “siyah güneş”ten esinlenerek, “siyah ufuk”, “hicranlı hayat” gibi hayata özgü gerçekleri sık sık kötümserlik ifade eden niteliklerle yansıtan Yahya Kemal ölümden sonra yaşama düşünüsüne bağlandığı zaman iyimser ve “sürekli bulutlar, hür gök, hür deniz, hür ufuk, asûde bahar” gibi hayata özgü gerçeklerle bilinmeyen bir dünya kurma coşkusu içindedir. Nedir ki yukarıda adlarını andığımız şiirler -değişik yıllarda yazılmış olmalarına karşın- kavram ve sözcük bakımından zengin sayılmazlar.
Bu şiirlerde deniz, bahçe, yıldız, toprak, mavilik, ufuk, rüya, hülya, âlem, gök, kader, dünya ölüm -özellikle ay ve mevsim adları- bolca kullanılır. Bu nedenle kimi benzetmelerde birbirine yakınlık görülür. Kendi Gök Kubbe- miz’deki şiirleri ele alınarak yapılan bir araştırmada, çok kullandığı sözcükler arasında, başta 21 şiirde -kimi üç kez- geçen rüya olduğu anlaşılmıştır.
Demek ki “ben”le evren arasındaki bütünleşme isteğinde umutsuzluğa düştüğü zaman ancak “rüya alemi”ne bağlanmakla kötümserlikten kurtulabilen şair, “ruhun ölümsüzlüğü” düşünüsüne inanarak huzura kavuşmuştur. Bu düşünüşün felsefedeki karşılığı “ruhun asıl, maddenin ise tâli olduğu” ilkesinden hareket eden idealizmdir.
- Yahya Kemal’in kaynağını geçmiş zaman gerçeklerinden alan şiirleri genellikle iki temel öğeyi beraberinde getirir. A) Eski kültür kalıtları karşısında hayranlık, B) Eski topluma, eski kurumlara hayranlık.
Nedir ki şair, belli tarih dönemlerine damgasını basarak çağımıza kadar gelen sanat yapıtları karşısındaki duyarlığını genellikle, eski toplumsal koşullarla eski kurumlara bağlayarak, geçmişi tüm olarak benimseme eğilimi gösterir. Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan Bahseder gerçi duyanlar bu onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük,
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.
(Koca Mustafa Paşa)
içinde bulunduğu toplumun koşullarını gerçeğinden soyutlayarak, geçmişin değerleriyle süsleyip bezemesi belki de bu nedenledir. Ama yine bu nedenle yaşanan gerçek öznel olarak görünür Yahya Kemal’in birçok şiirinde. XX. yüzyılın insanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun bilinmez hangi döneminde yaşamış kişilerin görünüşü içinde verilerek, gerçek, şairin kendi heves, amaç ve özlemleri doğrultusuna saptırılır.
Bir hafif aile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.
Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak…
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken, “Şükür Allâh”a, diyen Yaşıyor sâde mâişetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfmda;
(Koca Mustafa Paşa)
Günün gerçeğini bilerek görmüyor izlenimini veren bu gibi çizimlerde şairin, kendini İslam öğretisine adamış başka bir sanatçının Mehmet Akif’in bir tek dizesinde bile başvurmadığı gerçekdışılığa yöneldiği açıktır. Bir rubaisinde:
Ben hicret edip zamanımızdan yaşadım İstanbul’u fethettiğimiz günlerde.
dizeleriyle ifade ettiği gibi Yahya Kemal, “kökü mazide olan âti” savlarına ters düşen, kökü de, gövdesi de geride kalmış bir “Osmanlı”dır.
Bireysel duyarlıkları işleyen şiirlerinde ortaya çıkan idealist felsefeye bağlılık, bu tür şiirlerinde “idealist tarih görüşü”ne dönüşmüştür. “Toplumla- rın gelişmesini ya bir mutlak ide’nin (tümel akim), ferdi zihinden üstün bir zihnin, ya da önder kişilerin faaliyetiyle açıklayan” idealist tarih anlayışına bağlanarak -ister istemez- tarihte bir ilerleme olmadığı biçimindeki görüşlerin çerçevesine girer.
Öz ve Biçim
Yahya Kemal, birçok şiirinde aynı temayı işleyerek zenginleştirmeye çalışan şairlerdendir. Örneğin, deniz, geçmiş, İstanbul ve musiki… değişik zamanlarında yazılan kimi şiirlerinde temel öğe olarak görünürken, birçok şiirinde de yan motif olarak kullanılır. Kaynağını değişik duyarlıklardan aldığı için de tekrarın sıkıntı vericiliğini yaratmaz. Aksine, -müzik yapıtlarında karşılaştığımız çeşitlemeleri andıran- bir düzeyde gelişerek etki gücünü oluşturur.
Bu nedenle daha önce de belirttiğimiz gibi, şairin sözcük hâzinesi ve benzeti dünyası geniş değildir. Belki de “zanbak gibi” (mihriyar), “hülya gibi” (İstanbul ufuktaydı), “rüya gibi” (Bir tepeden), “ilah gibi” (Deniz) türünden yıpranmış ve ilginç olmayan benzetiler kullanma zorunda kalmamak için sanatlara başvurarak dolaylı yoldan etki sağlama yoluna gitmez Yahya Kemal. Düşüncenin ağırlığına inanmıştır. Bu inançla söylediğinin çarpıcılık ve olağanüstü etkiler kazanması için, ifade gücünü en uygun sözcüklerin sorumluluğuna bırakma amacına yöneltir. Bu yüzden kimi şiirlerine öykü anlatımına yakın söyleyişlerle girmekte sakınca görmez.
Bir gün deniz ölgündü. Bir oltayla balıkta,
Kuşlar gibi yalnız, yapayalnızdım açıkta.
Şehrin eleminden bir uzak merhaledeydim,
Fânileri gökten ayıran perdeye değdim.
dizeleriyle başlayan “Deniz” şiirinde, önemli saydığı dördüncü dizedeki “ölümlüleri gökten ayıran perde” düşünüsüdür. Şiirin tümünde ölümlülük ve ölümsüzlük kaygılarını işleyeceği için bu yöndeki düşünüşü ve bildirisine önem verir. Sonsuzluğu simgeleyen denizi somutladıktan sonra asıl diyeceğini işlemeye başlar. Dikkat edilecek nokta, benzetilerin “ilahi kuğu”, “İlâhi gibi engin”, “kuşlar gibi tirkek” biçiminde olağanüstü düzeylere ulaşamadıkları halde, şiirin düzeyinden bir şey yitirmemesidir.
Yaklaşık olarak aynı durumu Yahya Kemal’in öteki yapıtlarında da görebiliriz. Ünlü şiirlerinden “Vuslat”ta gene kullanılmaktan yorgun düşmüş birkaç benzeti (rüzgâr gibi, sonsuz gibi) ve “derin bahçe”, “hülyalı havuz”, “uzun pûse”, “leziz uyku”, “semavî koşu” biçiminde birkaç tamlama bulunmasına karşın düzeyinden bir şey kaybetmez.
Bu sonuçta başlıca etken şairin ifade gücüne kazandırdığı yoğunluk ile şiirin örgüsündeki (organizma) bütünlüktür. Çok kez belirtildiği gibi, bir sözcüğü bile yerinden oynatmakla bu bütünlük dağılıp parçalanacak gibidir. Yapı ile özü arasındaki beraberlikle, uyumla sağlanmıştır çünkü. Kendisinin ifade ettiği gibi, “Şiir duygusunu lisan haline getirinceye kadar yoğurmak ve en çok toplu bir madde haline sokmak” özlemiyle “deruni ahenk” dediği iç uyum koşullarını tamamlamak önde gelen amacıdır.
Nurullah Ataç’a gazelinde,
Üstat elinde serteser âhenk olur lisan Mızraba ses verir kelimâtiyle tel gibi.
dizeleriyle, uyumu şiirin başlıca koşulu saydığım ifade eden Yahya Kemal, uygulamada da inandığı ilkeye aykırı düşmeyen örnekler vermiştir.
Bir konuşmasında şiiri “lisan bestesi” (Edebiyata Dair, sf. 9) olarak tanımlayan Yahya Kemal şiirinde ritmin, “fennî ve mihaniki tarifinden başka bir şey olduğunu” (Edebiyata Dair, sf. 21) yapıtlarında somutlamaya çalışır.
Bir müzik terimi olan ritim, zaman içinde varolan müziğin, gene zaman içinde tekrarlanan oranlara bölünmesi olayıdır. Şiirdeyse, söyleniş süreci içinde her dizede sözcüklerin eşitliği koşulundan bağımsız olarak genellikle hecelere dayanan gruplar meydana getirmesidir. Sözgelimi:
Adalardan yaza ettik de vedâ dizesinde bizi,
Adalardan -yaza ettik- de vedâ biçiminde okumaya zorlayan bir etken vardır. Bu belli bir ölçüye bağlı olan etken, ritimdir. Aynı durumu hece ölçüsünün kullanıldığı dizelerde de görmek mümkündür.
Yahya Kemal, ritmin tekdüzeliğine boyun eğmeyen, değişik ses tonları arayarak, müziğini zenginleştiren bir besteci gibi, aruz ölçüsünün sağladığı ritimden bağımsız düzeylere ulaşmaya çalışır. Genellikle de başarır bunu. îç uyumu gerçekleştirmek için sözcüklerin yapısını göz önünde tutar; sesli ve sessiz harflerin durumlarını hesaba katarak dizede bir uyum dengesi arar. “Mahzun hudutların ötesinde akan sular” dizesinde, “u”; “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde” dizesinde “â”, “sû”, “si”; “Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç” dizesinde “s” seslerinin belli dengeler içinde dizilmesine özen gösterilmesi iç uyum sağlanmasının belirgin örneklerinden birkaçıdır.
Yahya Kemal’in dize kurmadaki başarısı genellikle onaylanmış ve başlıca özelliği olarak kabul edilmiştir. XX. yüzyıl şiirimizin başka bir ustası, Nâzım Hikmet onun bu yönünü şöyle belirtiyor: “Ondan şahsen -mısra düzmek hünerinin teknik bahislerinde- çok faydalanmış bir insanım. ”
Eski Şiirin Rüzgârıyla
Yahya Kemal’in gazel, şarkı, musammatlarından oluşan bu kitabındaki yapıtları divan şiirinin biçim özellikleri ve nazım kuralları gözetilerek yazılmıştır. Bu tür şiirlerinde işlediği temalara göre değişen bir dil anlayışı egemendir. Örneğin, “Selimnâme”de Yavuz Sultan Selim’in yaşadığı dönemin Türkçesi; “Lale Devri” için yazılan parçalarda ise Nedim şiirinin dil anlayışı görünür. Şair konuşmalarında bu tür çalışmalarının nedenlerini açıklarken, Verlaine’in, Les Fêtes Galantes adlı yapıtının yarattığı etki üzerinde önemle durmuştur.
… Mallarmé, Fransız gençleri şiir sanatını öğrenmek istiyorlarsa Paul Verlaine’in Fêtes Galantes’ım ezberlesinler diyordu. Ben Mallar- mé’nin bu tavsiyesini okur okumaz, Paris’teki Şark Dilleri Okulu’na koştum. Burada Arapçamı, Farsçamı ilerletmeye çalıştım. Divan şairlerimizi okuyup anlamanın yollarını araştırdım. Kader bana, Türk şiirini ve onun klâsiklerini öğrenme fırsatını Fransa’da vermişti!.. İstanbul’un fethinden Şeyh Galib’e kadar geçen zaman zarfındaki eğlencelerimizi yahud eski hayatımızın bazı safhalarını gazel gazel o devirlerin şiir lisaniyle yâd ve terennüm etmek hevesine düştüm. Fakat baktım bu, öyle zannettiğim gibi kolay bir iş değil. Bu tarza iyice vukuf lâzım, ünsiyet lâzım. Bunun üzerine eski şairlerimizi yakından tetkik ettim. Fakat bunu estetik bir hisle olmaktan ziyade millî hisle yaptım.
Şairin bu anlayışla yazdığı şiirlerden ikisinin kimi bölümlerini okuyalım: Nev-bahâr-ı vuslatın bassun deyu ilk âyına Buseden pâpûş giydirdim o nermin pâyına Kasr-ı Sa’dâbâd gülzâr-ı hümayün-sâyına Eyledim mehtabı hem dâvet düğün alayına.
(Sene 1140)
Meyhâne böyledir bir içen dâimâ içer Mahfice başlayan giderek bî-riyâ içer Her rind-i Hak dolup boşalan bir piyâleden Dünyâyı refte refte saran bir ziyâ içer ( K a d r i y e Gazel)
Yahya Kemal’in bu tür şiirlerini -hangi savlara dayanarak yazılmış olurlarsa olsunlar- çağdaş edebiyatımızın verimleri içinde düşünüp değerlendirme olanağı bulamıyoruz.
Dil ve Şiir Anlayışı
“Genç Kalemler” çevresinde toplanan şair ve yazarların Yahya Kemal’in ülkeye dönüşünden çok önce, dilimizin sadeleşmesini amaçlayan ilke ve kurallar doğrultusunda şiir ve öykü örnekleri verdiğini biliyoruz. 1910-20 yılları bu hareketin etki alanı içindedir. Türkçe’nin sorunlarını çözümleme bilinci öncelik kazanmıştır.
Yahya Kemal 1914-22 yıllarında yazdığı makalelerde, “Milli Edebiyat” akımına bağlı kalemlerin kuramlarına ters düşen görüşler ileri sürmemekle birlikte, asıl gelişmenin doğal bir süreç içinde gerçekleşeceğine inandığını sezdirmektedir. Ona göre sadelik, güzellik, doğruluk, doğallık gibi ikinci derecede konulardan sayılan dil sorunları ile ancak edebiyatçılar ve öğretmenler ilgilidir sanılmaktadır. Oysaki yeni ulus olma evresinde amaca varmak için tasarlanan ilerleme, öğrenim ve uygarlaşma yolları Türkçe sorununun çözümüne dayanır. Bunun için de bilimi Türkçeleştirecek üniversiteye, yeniliği uygulayacak öğretmen okullarına gereksinme açıktır.
Gerçi, bu toprağın Türkçe bir adı bile yoktur. Kimilerince, vatanın adını bile çevirerek “Türkiye”, kimilerince geleneğe bağlı kalarak “Memalik-i Osmaniye” denir. Demek ki hâlâ ulusun adı bile belirlenememiştir. Bu dikkat çekici bir olaydır. Ama gene dikkat çekicidir ki, bu sorunlara önem verilen bir dönemde yaşıyoruz. Doğuya yeni bir can veren devrim, Tanzimat, bizi bir uyanış aşamasına sevk etti ki, bunun da kanıtı her yıl biraz daha Türkçeleşen dildir.
Kısa süre önce kullanışlı görünen zincirleme ad tamlamaları gözden düştü. “Türk kelimelerini”, “Türk tavırlarını”, “Türk ağızlarını” arıyoruz. Edebiyat-ı Cedide’nin düzyazısındaki Acem ağzım andıran renkli deyişler, biz çağdaşlarına bile inandırıcı gelmiyor. Beğenimizin meydana getirdiği ayıklamalar, bir dönem sonra, daha geniş sonuçlara dönüşecek, bugün kullanmakta olduğumuz Arapça ve Farsça kurallar eserlerimizde görülmeyecektir. Türkçe’nin oluşum döneminde olduğunu yadsıyamayız.
Daha sonraki yıllarda, genelden özele, dilbilgisinden şiir dili kurallarını incelemeye doğru, düşüncelerini yoğunlaştıran Yahya Kemal, geçmiş yüzyılların edebiyatından saptamalar yapar. Müneccimbaşt Tarihi’nin sadeleştirilmesi için Nedim ve arkadaşlarına görev verildiğini belirtir. Şeyh Galib’in ise Hüsn-ü Aşk’m başında “müstalah üslupla”7 eğlendiğini, Türkçe’ye eğilim duyduğunu ifade ederek, Galib’in, “Bir başka lügat tekellüm ettim” dizesini dilin değişmesine kanıt olarak gösterir. Şinasi, Namık Kemal, Hamit’in dillerindeki farklılaşmaya değinerek yeni dil beğenisinin ancak, Tevfik Fikret’in şu dizelerinde oluştuğunu söyler:
Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın!
Sakın biraz yedek ip mantar almadan gitme,
Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın.
Kayık çocuk gibidir oynuyor mu, kaydetme!
Dil denince yazı dilinin anlaşılması gerektiğini ileri süren Yahya Kemal’e göre yazı, kendi başına bir vücuttur ve artık eski giysilerini atarak soyunmaktadır. Ne var ki, eskilerin Acem beğenisinden yakman yeni kuşak, “Frenk” beğenisinden yakınmalara yol açan alışkanlıklardan kurtulamamıştır. Türkçe sanılan tümcelerdeki yabancı sözcüklere, Türkçe sanılan “eda”lara dikkati çekerek sorar.
Kalemini Fransızcanın tesirinden en ziyâde kollayanlar bile Türkçe yazabiliyorlar mı? Türkçe tam ayarında takarrür edeceği zaman nasıl tecelli edecek? Bunu bugünden kim kestirebilir?
İstanbul lehçesinin Türkçe’nin ölçütü olarak kabul edilmesine de karşıdır:
Bir zaman İstanbul lehçesi Türkçe’nin ayarı olarak gösterilirdi. Ben bu lehçeyi ayar olarak kabul etmekte mütereddidim; çünkü İstanbul da Türk vatanından bir mıntıkadır, onun da lehçesinin hususiyetleri var ki kavâide (kurallara) gelmez… Türklerin edebi lisanı, milli ve müşterek bir mirasıdır, ona payitaht da dâhil olmak üzere hiçbir şehir tahakküm edemez demek daha doğru olur.
Yahya Kemal, 1914-1922 yılları arasında özellikle şiirin iç yapı sorunları üstündeki görüş ve düşüncelerini belirten yazılar yazdı. Bunlarda “Servet-i Fünun” beğenisini sürdüren Cenab Şehabettin’le “Milli Edebiyat” akımının getirdiği kuramları tartışarak “yeni şiir” kavramını ortaya attı. Doğru bulduğu ilkeleri öne sürerken sevdiği batılı şairlerin düşüncelerine dayanıyor, ama örneklerinin “yerli” ve “milli’ gibi vazgeçilmez saydığı kavramlar içinde teknik gerekler olarak ele alınmasını istiyordu.
Ölçü ve uyaktaki değişik anlayışlara, iç uyum sorunlarına hep Türk dili ve Fransız şiir teknikleri açılarından bakan Yahya Kemal’e göre, Türk şiirinde yenileşme eğilimleri 1860’larda başlamıştı. Hayatı gözleme, doğayı resimleme ve kavramlar çevresinde coşkunluk gibi daha önce görülmeyen temaların edebiyata girmesiyle başlayan ilk yenileşme evresinde, ılımlı bir yol tutulduğu ve alafrangalığa düşülmediği için, şiir okur yazardan kopmadı. “Servet-i Fünun”la ortaya çıkan ikinci yenileşme dönemiyse “yeni bir tehlike” getirdi. Çünkü, “Bu defa Frenk taklidi başlıyordu. İran’dan sonra Frenk. Bu değişiklik büyük olmakla beraber, mahiyetçe aynı yola çıkıyordu. Yani yine taklit sahasındaydık.
Bu nedenle “Edebiyat-ı Cedide” şiirini beğenimize, lehçemize yabancı, aynı zamanda cılız bir şiir olarak görür Yahya Kemal. Ona göre, Tevfik Fikret, doğulu olan beğeni bağlarımızı büyük ölçüde kırmasına karşın, “Türk şiirinin belki en büyük inkılapçısı olan bu şair” çok zaman nazmı nesirden uzaklaştıramamıştır. Oysaki şiir, nesirden bambaşkadır. “Musikiden başka türlü bir musikidir.” Şiirde nefes ve ses iki esaslı unsurdur. Öz şiirin gerçekleşmesi için dizenin uçması ya da kulağı ses gibi dalgalandırması gerekir.
Çağdaşlarının “öz şiir” kavramım hiç düşünmediklerinden “ritim”, “iç uyum” sorunlarını da göz önünde tutmadıklarını belirten Yahya Kemal, dizenin oluşması için ölçü ve uyak gerekleri dışında beceri ve ustalıklar öngörür. Ona göre; ister hece, ister aruz olsun ölçüler -müzik araçları gibi— cansız birer araçtır. Bu nedenle hece ve aruz tartışmaları yersizdir. Dil değiştikçe uyak anlayışı da zorunlu olarak değişecek, eski nazım biçimleri kullanılmaz olacaktır. Hamit, Ekrem, Fikret ve Cenab Şehabettin’le arkadaşlarının “Aruzun eski manzume şekillerini yeni bir ihtiyaçla” bırakmaları gibi, geleceğin genç şairlerinin de “koşma kalıbını” eskimiş bulmaları olası değil midir? (Edebiyata Dair, sf. 132)
Ölçü ve uyak ataçlarını kullanmakla mutlaka şiir meydana gelmez. Evet, şiirin kaynağı duygularımız, hüzünlerimiz, sevinçlerimiz, tutkularımızdır; sanatı dildir, ölçüdür, uyaktır, ustalıktır, ama o duyarlıkları yaşamak da, beceri ve ustalık da şiirin oluşumunda yeterli olmayabilir.
Yahya Kemal’in geçmiş yüzyıllardaki şiir değerleri üzerindeki görüşleriyse, genellikle sanıldığı gibi toptan bir kabul değil, aksine -1945’lerde Abdülbaki Gölpınarlı’nın yayımladığı Divan Edebiyatı Beyanındadır kitabındaki yargılara benzer biçimde- değerlendirme ölçüleri içindedir.
Eski şiirimizin en mûteber divanlarını ele almaya gelmez. Yeknesaklıktan Fuzuli ve Nedim gibi şairler bile gözden düşer. En doğrusu bu büyük ruhların berceste mısralarını veyahut beyitlerini bir antolojide okumaktır. Çünkü kestirme ve samimi bir hükümle denilebilir ki, eski şiirimizde manzume yoktur, terkip yoktur, hasılı eser yoktur, yalnız mısralar ve beyitler vardır. Nefes, İlâhi, koşma, türkü, kayabaşı gibi yerli şiir bundan daha mı zengindir. Bu halk eserlerinde mükerrer tekrarlar, aynı terennümler, aynı metinler ne kadar çabuk göze batar ve ne kadar çabuk kesel verir (Edebiyata Dair, sf. 259-60).
Eleştirmeler, Değerlendirmeler
Yahya Kemal, çağdaş edebiyatımızın oluşma evrelerinde şiirleri üzerinde konuşulan şairlerin başında gelir. Edebiyat tarihçileri, eleştirmenler 1920’ler- den 1960’lara kadar Yahya Kemal şiirinin özellikleri üzerinde önemle durdular. Bu yargılar ana çizgileriyle aşağıdaki biçimde genellenebilir:
- Yahya Kemal, geçmişi görkemli biçimde devam ettiren çok güçlü bir sestir.
- Yeni bir şiir anlayışı getirmiş, Türk şiirinin batılılaşması yolunda Tevfik Fikret’in başlattığı işi daha köklü aşamalara götürme başarısı göstermiştir.
- Biçim ustalığı, dile egemenliği, şiirde bir devrim yapmasına yol açmıştır.
- Şiirlerinde tarih bilinci, yeni bir ulusçuluk anlayışına kaynak olur.
- Özü yönünden yeni bir dünya görüşü, yeni bir insan anlayışı getiren Cumhuriyet’ten sonraki yaşam koşullarının, yeni insan duyarlıklarının Yahya Kemal şiirine yansıdığı söylenemez.
Bu genellemeye olanak tanıyan kimi yargıları aynı sıra içinde görelim:
- “ Yahya Kemal’in devam ettirdiği mâziden bir sestir. Ama ne kadar kudretli, ne kadar muhteşem” (Yaşar Nabi, 1947).
- “Yahya Kemal bize yeni bir şiir anlayışı getirmiştir.” (Prof. Vehbi Eralp, 1950) “Fikret şiirimizi, kafi olarak, eski şiir zevk ve edasiyle alâkası kalmamak şartiyle değiştirdi: Avrupalılaştırdı. Ondan sonra ortada bir dil meselesi, yeni zevkin Türkçe ile ifadesi dâvası kalmıştır. Bunu da şiirimizde, Ziya Gökalp ve Genç Kalemler’in nazariyelerinden sonra ve onlardan ziyade Yahya Kemal’in misilsiz zevki halletti” (Necmettin Halil Onan, 1949).
- “Yahya Kemal, dilin mükemmeliyet imkânlarını en son haddine kadar yoklamış, atmış ve bulmuş olan adamdı. Baki ve Nefi’den sonra Türkçe’nin hâkim şairi odur” (Ahmet Hamdi Tanpınar, 1934).
“Yahya Kemal, bugünkü Türk şairleri arasında şekle en hâkim olanıdır. Türk dilinin aruza uymadığı, uyamıyacağı iddiasının en hararetli zamanında, imaleye konuşma dilimizde kullanılmayan kelimelere başvurmadan Ses’i, Açık Deniz’i, Güftesiz Beste’yi yazdı” (Nurullah Ataç, 1934). “Yahya Kemal, bugün Türk devrimi denince anladığımız sosyal inkılapların şairi değildir. Ama Türk şiirinin inkılapçısıdır” (Selahattin Batu, 1950).
- “Yahya Kemal için tarihe dönüş; yeni bir milliyetçilik ruhunun kaynağıdır” (Ahmet Kabaklı, 1969).
- “İyi bir dil ustasıdır. Türkçe’yi elinde evirip çeviriyor. Güzel sesler çıkarttırıyor. Eski insanın duygularını veriyor. Ama doğruyu söylemeli. Ben Anadolu bozkırlarının ortasında fakir bir köyde yaşıyorum. Memlekete ve kendime ait türlü sıkıntılarım, endişelerim var. Takvim 1950. Hayal Şehir’i zorla okuyorum. Bana bir şey vermiyor. Ses beni kandırmıyor” (Talip Apaydın, 1950).
Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 1, Meşrutiyet Dönemi 1, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.
Yahya Kemal Beyatlı kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (2 Aralık18841 Kasım, 1958), Şair ve yazar. 1884 yılında Üsküp’te dünyaya gelmiştir. Annesinin ismi Nakiye, babasının ise İbrahim Naci’dir. Asıl adı Ahmed Agah’tır. İlköğrenimini Üsküp’te gördü. İstanbul Vefa Lisesi mezunu. Sultan 2. Abdülhamit yönetimine karşı muhaliflerin safında yer alarak Paris’e gitti. Fransa’da siyasal bilgiler okurken hocası Albert Sorrel’in etkisinde kaldı ve düşüncelerinde değişmeler oldu. Fransa’da 9 yıl kaldı. Fransız Edebiyatı’nı ve edebiyatçılarını yakından tanıma imkanı buldu. Onlardan etkilendi. Doğu Dilleri Okulu’na devam ederek Arapça ve Farsça’sını geliştirdi. Divan şiiri üzerinde yoğunlaştı.
1913 yılında İstanbul’a döndü. Darülfünün’da tarih ve edebiyat dersleri okuttu. Gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Lozan Konferansı’na katıldı. 1923’te Urfa Milletvekili seçildi. Çeşitli ülkelerde elçi olarak Türkiye’yi temsil etti. Yozgat, Tekirdağ ve İstanbul Milletvekilliği yaptı. Pakistan Büyükelçiliği görevindeyken 1949 ‘da emekli oldu ve yurda döndü. 1958’de öldü. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden birisidir. Klasik şiirimizin temel özelliklerine bağlı kalarak, kendine özgü ve özgün bir şiir yaratmıştır.
Gençlerin okuyacakları eserleri:
Şiir: Kendi Gök Kubbemiz (1961). Anı: Çocukluğum, Gençliğim, Siyası ve Edebi Hatıralarım (1979), Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (Milli Mücadele yazıları, 1966).
Öykü: Siyasi Hikayeler (1968).
Kaynak: Türk Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ansiklopedisi, 2. Cilt, Hasan Latif SARIYÜCE, Nar yayınları, 2012
Kaynak: TDV, İslam Ansşklopedisi, 1992, Cilt 6.