Albert Camus

Fransız yazar ve düşünüyr. II. Dünya Savaşı’ndan sonra insanı yeniden eylemli kılacak bir ahlakın temellerini atmaya çalıştı. 7 Kasım 1913’te, Cezayir’in Mondovi kentinde doğdu, 4 Ocak 1960’ta öldü.

Fransız asılı bir tarım işçisi olan babası cephede öldü. İspanyol asıllı annesi okuma yazma bilmiyordu ve temizlik işlerinde çalışıyordu. Yoksulluk içinde geçen çocukluğundan sonra, öğrenimini burslarla ve çeşitli işlerde çalışarak sürdürdü. On yedi yaşında, daha sonra da birkaç kez tekrarlayacak olan vereme yakalandı. Cezayir Üniversitesi’nin felsefe bölümünü bitirdi. Bu yıllarda sporla ve tiyatro ilgilendi. Yönetici ve oyuncu olarak tiyatroyla ilgilendi. Yönetici ve oyuncu olarak tiyatro çalışmaları yaptı, işçiler için bir tiyatro topluluğunun kurulmasına çalıştı.

Albert Camus

1937’de Tersi ve Yüzü adlı ilk denemesi yayımlandı. Sağlık muayenesinde olumlu rapor alamadığı için öğretmenlik görevi yapamayacağı kesinleşince 1938’de gazeteciliğe başladı. Cumhuriyetçi Cezayir edebi ve siyasal makaleler yazdı. II. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla solcu olarak tanınan gazete yayıma ara verdi, Albert Camus gazeteciliğe devam etmek amacıyla 1940’ta Paris’e gitti. Alman işgalinden sonra Paris- soir gazetesini çıkaran ekiple birlikte Lyon’a geçti. Burada evlenerek Cezayir’e döndü. 1934’de tekrar Fransa’ya gitti. Yabancı ve Sisyphos Efsanesi adlı yapıtlarının yayımlanmasıyla tanınan bir yazar oldu.

1943’te Direniş Hareketi’ne katıldı. Combat örgütünde çalışan Camus bu örgütün gizli yayın organı Combat’nın editörü oldu, ayrıca imzasız yazılar yazdı. Alman işgaline karşı eylemin haklılığını açıklayan yazılarıyla gençliğindeki nihilist tutumunu yadsıdı. Savaş biterken Direniş Hareketi’nin umudu gelecekte yeni bir insanın yaratılmasıydı. Bu nedenle önceleri yalnızca Vichy iktidarı ve Nazilere karşı olan Combat sosyalizmi de savunmaya başladı. Aynı gazete 21 Ağustors 1944 tarihinde gene Camus’nün editörlüğünde açık yayına geçerken, Direnişten Devrime sloganını kullandı.

Siyasal yaşamın iniş çıkışlarından hayal kırıklığına uğrayan Camus, 1945’te, Combat’nın editörlüğünü bıraktı. 1947’de la Peste (Veba) romanını, 1951’de de Sartre ile arasındaki en uzun tartışmaya yol açan L’Homme révolté’yi (Başkaldıran İnsan) yayımladı.

1956’da la Chute (Düşüş) romanının yayımlanmasından sonra 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Son yıllarında Macaristan’ın işgaline, Franco rejimine, Cezayir’de süren baskı ve teröre yazılarıyla karşı çıktı.

Camus teknik ya da akademik anlamda felsefeci sayılmaz, ama felsefe tarihinde Spinoza ve Nietzsche gibi örnekleri olan ve yaşam sorunlarıyla doğrudan uğraşma anlamında felsefe yapan düşünürler arasında yer alır.

Camus, içinde yetiştiği sömürge Cezayir’de yoksulluğu ve haksızlığı yakından tanımış ve genç yaşta felsefenin başkaldırı geleneği ile tanışmıştır. Öte yandan, derin bir Akdenizlilik tutkusu da edinmiş, güneş ve deniz gibi simgeler düşünsel yapısının birer parçası haline gelmiştir. Özellikle Nietzsche’nin derin etkilerini taşıyan Camus, Kierkegaard, Heidegger, Jaspersgibi, edebi yanları ağır basan filozofları yoğun biçimde okumuş ve onlardan etkilenmiştir. Bu etkileri, Camus’nün tiyatro eserlerinde görmek mümkündür.

İlk yapıtı Tersi ve Yüzü, kısa ‘felsefi öykü’ denilebilecek metinlerden oluşur. Metinler, biçim olarak bir ‘gözlemci’nin anlatılarıdır. İçerik olarak da Camus’nün sonraki yapıtlarında işleyeceği “ölüm”, “yaşamın değeri”, “dünyanın saçmalığı” ve “başkaldırma” gibi temaları taşımalarıyla, bir bütün oluştururlar.

Camus’nün düşünsel gelişmesi, iki önemli kavramı ve bunları irdeleyen iki yapıtı çevresinde, iki döneme ayrılır. Birincisi “saçma” kavramı ve bunu ele alan Sisyphos Efsanesi, ikincisi de “başkaldırma” kavramı ile bunu ele alan Başkaldıran İnsan adlı yapıtlarıyla belirlenen dönemlerdir. Camus, birinci kitabında intihar, ikinci kitabında da cinayet sorunuyla uğraştığını söyler.

“Saçma”, insanın dünya ve kendi yaşamı karşısında, ilkin duygu olarak duyduğu, sonra da sorgulayan, anlam arayan tutumuyla düşünsel içerik kazandırdığı bir yaşantıdır. Doğal olayların anlam-sız’lığı ve yaşamın sonunda tam bir hiçlik olarak duran ölüm olgusu, dünyanın “saçma” olduğunun göstergeleridir. Böyle bir konumda bulunan ve “tek gerçek önemli felsefe sorunu” olan intiharı düşünmeye başlayan insan, yaşamın anlamı sorunuyla yüz yüze gelmiştir.

“Yaşamın anlamı” konusunda Camus’yü ilgilendiren bir yaşam içeriğinden çok, eylem biçimlerinin düşünsel, hatta mantıksal tutarlılığıdır. Örneğin, intihar belirli bir açıdan bakınca bir çelişme içerir, çünkü kendini öldürmek için yeterli -anlamlı- bir neden, yaşamak için de yeter; ama, bu anlam, ancak ölüm anında ortaya çıkacağından, artık çok geç olacaktır. Bu yüzden, intiharın ‘trajik’ bir yanı da vardır.

Bu çerçeve içinde, Camus çeşitli “saçma” insan tiplerini ele alır.

Bunların arasında Don Juan (ilişkilerini sürekli değiştiren kişi), aktör (başkalarının yaşamlarını yaşayan kişi) ve fatih (başkalarının yaşamlarına egemen olan kişi) vardır.

Sonradan, Dostoyevski’nin Ecinniler’deki kahramanı Kirilov ile Eski Yunan mitologyasından Sisyphos karşı karşıya konur: Kirilov, bilinçli olarak intihar eden kişidir. Bu edimiyle, bir yandan kendisinin Tanrı olduğunu kanıtlar, öte yandan da, ölüme karar vermiş birisi olarak yapabileceklerini yapmayarak, erdemliliğini kanıtlar.

Sisyphos ise, anlamsız bir dünya içinde “anlamsız bir yaşamı” yine de “anlamlı olarak yaşayan” kişinin örneğidir: Tanrılar Sisyphos’u bir taşı sürekli bir tepeye çıkarmaya mahkum etmişlerdir; ama taş her seferinde geri, aşağıya yuvarlanacaktır. Camus için Sisyphos, kendi “saçma yazgısı”na “evet” diyen ve bu yolla özgürlüğünü kazanan insandır: “Yükseklere doğru çabalamanın kendisi, insanın yüreğini doldurmaya yeter. Sisyphos’u mutlu biri olarak düşünmeli.” Bu cümleyle Camus, Sisyphos’un ilk bakışta anlamsız gelen çabasının anlamını da göstermiş olur.

Başkaldıran İnsan, Camus’nün ikinci dönem düşüncelerinin ürünüdür. Kitap, tarihsel açıdan, 18.yy’dan başlayarak düşün ve yazın alanında başkaldırı biçimlerini ve siyasal eylemcilerin durumlarını ele alır. Öte yandan II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sında, siyasal ideolojilerden kaynaklanan “mantıksal cinayet” olgusunu irdeler: “Suç, masumluk kılığına bürününce, çağımıza özgü garip bir tersine dönmeyle, kendini haklı göstermek zorunda kalan, masumluk oluyor. Bu denemenin amacı, bu garip meydan okumayı kabullenmek ve incelemektir.”

Camus başkaldırma edimiyle ilgili şöyle bir çözümleme yapar: Başkaldıran insan bir şeye karşı çıkan, “Hayır” diyen insandır; ama bu “Hayır” içinde bir “Evet” taşır, çünkü bir şeye karşı çıkmak için bazı şeylerin önemini ya da değerini kabul etmiş olmak gerekir. Böylece, başkaldıran insan, bir “değer” ölçüsü adına başkaldırır; bu da, bütün insanları kapsayan bir değerdir. Bunu, Descartes’ın “Düşünüyorum, demek ki varım!” sözüne koşut olarak, şöyle dile getirir Camus; “Başkaldırıyorum, demek ki varız”.

Camus, başkaldırmanın tarihini 18.yy ve özellikle de Marquis de Sade’la başlatır. Bu çağın özelliği -ki Camus’ye göre 20.yy da bu çağa girer- bir adalet değerinin görünürde yürürlükte olması, oysa haksızlıkların sürüp gitmesidir. Bu durum, başkaldırıya yol açar. Marquis de Sade ise, yirmi yedi yıllık mahkûmiyeti sırasında yazdıklarıyla mutlak bir başkaldırı örneğidir.

Başkaldırıyı hem yazın hem de tarih planında ele alan Camus, son olarak da “cinayet” ile “başkaldırma” arasındaki ilişkiye eğilir. Çeşitli cinayet biçimlerini inceleyerek, “tutarlı” ve “köklerine ihanet etmeyen başkaldırı biçimine örnek olarak 1905 Rus anarşistlerini veren Camus, bu kişilerin, “şiddetin kaçınılmazlığı ile haklı gösterilemeyeceğini” birlikte gördüklerini, “cinayetin zorunlu ama bağışlanamaz” olduğu ikilemini yaşadıklarını söyler. Böylece, insan öldürünce karşılığında kendi yaşamlarını da veren bu ‘cani’lerin eylemleriyle, “bir yaşamın bedeli bir başka yaşamla ödenir”. Camus’ye göre 1905 anarşistleri “insanları düşünceler adına öldürdükleri halde, hiçbir düşünceyi insan yaşamından daha değerli tutmazlar”, böylelikle de başkaldırı tutarlı ve değerli olur.

Camus, tutarlı başkaldırının tarih içindeki başka bir örneğini de “devrimci sendikacılık”ta bulur. Devrim yönelimine karşılık, bu hareket, yaşayan insanın yaşam koşullarına yönelir, onu gelecekte gerçekleşecek bir soyut düşünceye feda etmez. Camus, bu hareketin başarısı için, Batılı işçilerin iş koşullarının tarih içinde düzelmesini örnek verir.

Kuramsal yapıtları yanında, birçok oyun da yazan Camus, bu oyunlarda canlandırdığı tiplerle felsefi düşüncelerine canlılık verir. Örneğin les Justes (Doğrular) adlı oyununda 1905 anarşistlerini sahneye çıkarır.

Çeşitli yapıtlarıyla bütünsel bir düşünür olarak tanınan Camus, Sartre gibi geniş bir izleyici topluluğuna sahip olmamış, ama 20.yy Fransız düşün ve yazınında önemli bir yer tutmuş, sonraki düşün ve yazın adamları üzerinde etkili olmuştur. Adı, genellikle varoluşçu akım içinde anıldığı halde, özellikle bir “insan doğası” düşüncesini kendisine yakın bularak bu akımdan ayrılır. Camus’nün düşüncesi, “dayanışma” (solidarite) kavramına verdiği önemle, 20.yy son çeyreğinde Avrupa’da meydana gelen siyasal olaylarda etkili olmuştur.

1960’ta bir araba kazasında öldü.

Bir Yanıt Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir