Tibet’in sürgündeki insanlarının lideri ve dünya barışının sabırlı işçisi
Gülen Buda lakabı neden verildi?
1988 yılında, Londra’daki bir söyleşi sırasında, dinleyicilerden biri Dalai Lama’ya, “Budizmin en iyi din olduğuna inanıyor musunuz?” diye sormuştu. Bu kutsal adam gülmüş ve Budizmin, Dalai Lama için en iyisi olduğunu ama bir başkası için, bir başka dinin daha iyi olabileceğini söylemişti. Öyle insanlar vardır ki, yalnızca esprileriyle değil, onlardaki yaşama sevinciyle de sizi güldürürler. O toplantıda, Budizm felsefesiyle ilgili daha karmaşık bir soru sorulduğunda, Dalai Lama, kafasını dikleştirerek, “Bu soruyu gerçekten yanıtlamamı istemiyorsunuz, öyle değil mi?” der gibi bakmıştı. Sonra da, tüm salondakileri büyüleyerek, açık ve net bir mantık silsilesi içinde söyleyeceklerini bitirmişti. Sözleri bitince, yüzünde muzip bir gülümsemeyle, sanki söyledikleri herkesin düşünebileceği sözlermiş gibi, “İşte bu konuda, ben böyle düşünüyorum,” demişti. Ona boşuna ” Gülen Buda” adını takmamışlar! Oysa, onun ve insanlarının sırtına yüklenmiş acılar karşısında yakınması çok doğal olurdu.

Bir zamanlar, Tenzin Gyatso yani Kutsal On Dördüncü Dalai Lama, Batı Avrupa büyüklüğündeki Tibet ülkesinin yöneticisiyken, şimdi Hindistan’da sürgündeydi ve yüz bin kadar Tibetli de onunla birlikte sürülmüştü. Sürgünde olduğu son otuz yıl boyunca, Çinlilerin, sistematik olarak, zengin ve eski Tibet kültürünü mahvedişlerini izlemişti. İnsanlarının öldürüldüğünü, hapislere atıldığını ve aşağılandığını ve ülkesinin can damarı olan Budizmin baskı altına alındığını görmüştü.
Uluslararası kişilik
Tüm acılarına karşın, belki de bu yüzden, Dalai Lama, gerçek bir uluslararası kişilik haline geldi. Sürgüne gönderilen birçok lider gibi, Doğu ve Batı arasında süregelen komünizme karşı kapitalizm tartışmalarından uzak durdu. Tersine o, tüm insanlar için sevgi ve barış vaazları verdi. Felsefesi ve dinginliği, Tibet Budizmi’nin bilgeliğinden kaynaklandığı halde, Dalai Lama, dogmatist biri değildi. Bunu , birçok konuşmasında ortaya koymuştu. Konuşurken sık sık, dinlerin birbirleriyle olan benzerliklerinden söz ederdi. Temel konusu, hepimizin görevi olan, uluslararası sorumluluğu geliştirmekti. Bunlar, “iyi bir yürek”; şefkat gereksinimiydi ve ona göre, bu yolla dünya barışı sağlanabilirdi; ve din herhangi bir din yoluyla da kendimiz ve başkaları için gerekli olan mutluluğu elde edebilirdik.
Dalai Lama’nın sırrı, belki de, dinsel, ulusal ve politik engelleri aşarak, doğrudan insan yüreğine ulaşmasındadır. İnsanlarla gerçekten ilgilenmektedir ve yaptığı her şey, insanlara barış sağlamak içindir. Barış, yalnızca biz insanlar kendimize daha yakından baktığımız ve insanlık ailesinin birer bireyi olduğumuzu anladığımız zaman gerçekleşecektir. O, “İnsanlık değerlerine bağlılığımızda bir devrim yaratmalıyız,” der.
Yasaklanmış ülke
Tibet, geniş ve güzel bir ülkedir. Üç yan ından, dünyanın en büyük dağlarıy l a çevril m i?ti r . Karakurum ve Ladakh Dağları batıda, vah?i ve uzak Chang Tan g Tep e leri kuzeyde ve kayalık Himalayalar Tibet’in güney sınırında 2 . 400 kilometre boyunca uzanır. Tibet, “Düna’nın çatısı” diye adlandırılmıştır, çünkü denizden 4.500 metre yukarıdadır. Geçmişte, Tibet’i saran yüksek dağlar, orman görevi görmüşlerdi. Saldıran düşman orduları, yüksek tepeler, korkunç rüzgarlar, kar fırtınaları ve yolların olmayışı nedeniyle Tibet’e ulaşamamışlardı . Doğuda, yüksek dağlar olmamamasına rağmen, arazi kayalık ve serttir, aynı zamanda mesafeler çok uzundur . Çin sınırından, başkent Lhasa’ya 1 . 200 kilometre yol vardır. İşte bu nedenlerden dolayı, Tibet halkı yüzyıllar boyunca bozulmadan kaldı. Tibetliler, ayrıca yabancı etkilerinden de hoşlanmıyorlardı; Tibet, ” Yasaklanmış Ülke” olarak tan ınm ıştı .
Yalnızlıkları, ilginç dini kültürlerinin oluşmasına da neden olmuştu. 1 935 yılında, bir önceki Dalai Lama’nın ölümü sırasında, Tibet hala feodal bir toplumdu. Nüfusun hemen hemen yarısı, özel l ikle, Ti bet’ in kuzey doğusundaki vahşi Anıda ve Kham bölgesinde, göçebeler gibi oradan oraya dolaşıyorlardı. Zengin toprakların çoğu, soylulara ya da manastırlara aitti. Bu büyük topraklar üzerinde köylüler, kendileri için ürün ekerken, toprak sahipleri için de toprağı ekiyorlar ve bedava ulaşım ya da yol yapımı gibi işlerde çalışıyorlardı. Böyle bir sistem suistimallere çok açıktı. Yine de eski Tibet, Çinlilerin iddia ettikleri gibi, “dünyadaki en karanlık feodal sistemlerden biri” değildi. Ondan yana olanların, “Shangri-La”sı da değildi. Genç Dalai Lama, bunun farkındaydı ve bu sistemi değiştirmek için toprak reformu yapılması gerektiğini biliyordu. Ne yazık ki, istedikl erini yapmaya fırsat bulamadan, her şey altüst oldu. Yine de, Tibet’in büyüklüğüne, varlıklı ile yoksul arasındaki uçurumlara rağmen, ülkedeki köylüleri, göçebeleri, rahipleri ve soyluları birleştiren bir şey vardı – Budizm dini ve bunu bünyesinde barındıran kişi, Dalai Lama.
Budizm
Öteki dinlere birçok bakımdan benzemesine rağmen Budizm’in bir farklılığı vardır – Tanrı’dan hiç söz etmez. Budizm, milattan önce altıncı yılda, Hindistan’ın kuzey sınırın da, Lord Buddha tarafından kurulmuştu. Prens Siddartha olarak doğan Buda, çevresinde gördüğü yaşlılık, yoksulluk, hastalık ve ölü m gibi acılar ı , nasıl açıkl ayacağını ve yorumlayacağını bilmiyordu. Çok araştırdıktan ve hatalı bazı işler de yaptıktan sonra, Siddartha, Bodh Gaya’daki şimdi ünlü Bodhi Ağacı altına oturarak m e d i tasyon yapmak i s t e d i , ” anlamaya” ve “aydmlanma”ya ulaştı. Bu öğretinin, daha sonraki kısmında, varlığımızın acılar içinde boğulmasının nedeninin, kendi istek ve hırslarımız olduğu anlatılmaktadır. Herkesin kaderi olan doğum ve ölümden kaçmak mümkün değildir.
Buda’ya göre, içimizdeki hırsları atmamız, “Ben” ve “bana” saplantılarından kurtulmamız gerekmektedir. Ancak bu sayede, “nirvana”ya ve “ölümsüzlüğe” ulaşmamız söz konusu olabilir. Bu öyle bir durum dur ki, h içbir şeye karşı arzu duyulmaz. Böylece insanlar, sonsuz bir döngü içinde dönüp durmaktan kurtularak, acılardan armabileceklerdir. Sonraki bin yıl içinde , B ud izm, kuzey Hindistan’ da gelişti ve birçok Güney Asya ve Uzak Doğu ülkelerine yayıldı. Hindistan’daki gelişmesinin doruğunda, milattan sonra yedinci yüzyılda, bazı Hintli öğretmenler tarafından Tibet’e taşındı. Ve orada, gökyüzünün her yerden daha mavi olduğu, toprağın ve dağların hayret verici derecede hoş göründüğü yerlerde, bu din kök saldı. Budizmin özellikle bir yanı Tibetliler arasında vurgulanmıştı – bu şefkatli olma konusuydu.
Yeni Dalay Lama arayışı
Batılıların ya da yabancıların açısından, ölen kişinin ruhunun geçtiği kişiyi aramak ya da bulmak çok garip bir şey olabilir. Bu mümkün müdür? Ya hata yapılıyorsa? Ama her dinde garip bazı şeyler vardır ve sonuçta bu bir inanç konusudur. Kuşkusuz, yeni seçilecek Dalai Lama arayışı, peri masallarını andırır gibi bir şeydir.
Öyküye göre, on üçüncü Dalai Lama, ölümünden önce, Tibet’in kuzey doğusunda bir yerlerde, yeniden doğacağını belirten b az ı işaretler bırakmıştır. Bunlar kesin şeyler değildir. 1933 yılında ölünce, bedeni, büyük Potala Sarayı’nda, tüm öncekiler gibi, geleneksel Buda oturuşuyla, güneye bakarak oturtulmuştur. Bir sabah, kafasının, kuzey doğuya döndürülmüş olduğunu görmüşlerdir. Bu olaydan kısa süre sonra, Saltanat Naibi ve bir grup yüksek lama( rahip) ve hüküm et görevlisi, kutsal göl Lhamo Lhatso’ya doğru yola çıkmışlardı. İnanışa göre, göle bakan herkes, geleceğin bir bölümünü görebilirdi. Geleceğin ne gösterdiğini merak eden Saltanat Naibi ve yüksek lamalar bu göle bakmak gerektiğine inanıyorlardı. Önce gölün kenarında bir arada dua etmiş ve meditasyon yapmışlardı. Uzun meditasyondan sonra Saltanat Naibi, suyun aynasına bakmış ve şunları görmüştü: Önce, üç Tibet harfi – Ah, Ka ve Ma – harfleri önünde belirmişti. Sonra doğu Tibet’in dağları, gözlerinin önünden geçm işti. Dağl arın arasında, yeşil ve altın rengi çatısı olan bir manastır ve yakınındaki küçük köyde, camgöbeği kiremitleri olan basit bir ev durmaktaydı
Baskı
Uzun zamandır,
Tibet ve Çin baskısından uzakta, hemen hemen yarı bağımsızlıklarını elde etmiş olan sınır eyaletleri Amdo ve Kham’da Çinliler, hızlı bir reform programı uygulamışlardı. Bu büyük bir hataydı çünkü, bu bölgelerdeki insanlarda Tibetliydi. Oralarda, daha bağımsız düşüncede ve muhtemelen daha da dindar Tibetli nüfus yaşıyordu.
Daha sonraları, Tibet isyanının kahramanı olan Andrug Gombo Tashi, anılarındaki olayları şöyle anlatmıştı: “Benim bölgem olan Kham’da, yöresel Dalai Lama, 1954 yılında Pekin ‘i ziyaret ettiği zaman, çok iyi karşılanmıştı. A ma Çinlilerin sözlerini tutacaklanna ilişkin inanç/an uzun sürmedi. Soldan sağa: Chu Teh, Halkın Hükümeti’nin ikinci başkanı, Dalai Lama, Panchen Lama ve Başbakan Chou en-Lai. 31 32 halk, (zenginlik ve ünvanlarına göre) beş gruba ayrılmıştı. Çinlilerin yaptığı tutuklamalar, her yana korku salmıştı. İlk üç gruptaki insanlar, ya toplum içinde aşağılanıyorlar ya da kurşuna diziliyorlardı. Çinliler, binlerce manastırı yıktılar, lamaların ve keşişlerin bir kısmını nedensiz yere hapislere attılar, kimilerini aşağıladılar ya da öldürdüler.” 1954 yılına kadar Çinliler, yeni vergi sistemini, toprak reformu başlattılar ve dinlerini sürdürmek isteyen sıradan vatandaşları haince cezalandırdılar.
Dünya barışına doğru
1984 yılında Dalai Lama, ” Dünya Barışına İnsancıl Bir Yaklaşım” adlı yapıtını yayımladı. Bu,
onun dünya barışına bakışını basit ve net biçimde açıklayan bir kitapçıktı.
Tüm düşüncelerinde olduğu gibi, burada büyük kavramlardan söz etmiyordu. Tersine, bireyden yola
çıkmıştı. Ona göre, yaşama bencil bir yaklaşımla girersek, başkalarını kendi çıkarl arımız için
kullanırsak, geçici yararlar elde edebiliriz, ama uzun vadede, dünya barışı bir yana, kendi kişisel
mutluluğumuzu bile elde edemeyiz.
Demek ki, iç huzurumuz başlangıç noktasıdır. Önce onu sağlamakla işe başlarsak, daha geniş çatışmalar için olgunlaşmış oluruz. Bu kitapçıkta, Tenzin Gyatso, insan toplumu daha şefkat dolu, hakları ve eşit koşulları gözeten bir toplum olacaksa, şu dört öneriyi göz önünde tutmak
zorundadır, diyor:
+ Dünya sorunlarını çözebilmek için, uluslararası hümanist davranışların (insancıllığın) geliştirilmesi gereklidir.
+ Şefkat, dünya barışının temel direğidir.
+ Tüm dünya dinleri, dünya barışı için vardır ve elbette hangi ideoloji sahibi olursa olsun, tüm
insanlar barıştan yanadır.
• İnsanların gereksinimlerine yardımcı olacak kuruluşların b e l irlenmesinde, tüm i nsanl arın
sorumluluğu vardır.
Dalai Lama, “İnsanın kendi insancıl içgüdülerini geliştirmesi ve sonra bunları dünya sorunl arına
uygulaması mantıklı bir adımdır,”diyor. Gerçekten de, hızlı teknoloj ik ilerlemelerle ve uluslararası
ticaretle küçülen dünyamızda bu çok önemlidir.
Yaşayabilmek için birbirimizle geçinmek zorundayız. Saldırganlık, açgözlülük ve rekabet gibi huylar,
insanlığın başlangıcından beri vardır ve birçokları, bunların hep var olacağını iddia ediyorlar. Ne yazık
ki, modern silahlarla donatılmış ve nükleer yıkımın karabasanlarıyla dolu dünyamızda, bu kötü huylar
iyice tehlikeli olmaktadır.
Bunlara karşı koyabilmek için Dalai Lama, “hiç ayrım yapmadan şefkat duymayı” öneriyor. Yani,
yalnızca aileniz ve dostlarınız için değil, ” size kötülük yapmış olan bir düşmanınıza karşı bile
sevgiyle yan aşmanızı” istiyor. Böyle bir sevgi geliştirmek, kişiyi huzura kavuşturur. Ama Dalai
Lama, özellikle, ” ulusal işleri yürüten kişilerin ellerinde, dünya barışını sağlama gücü ve fırsatı
olduğunu” söylüyor.
Kitapçıkta, Kutsal Kişi, farklı dinlerin, toplulukların, ulusl arın ve politik sistemlerin, birbirlerine anlayışla yaklaşmalarını istiyor. Hiçbir sistem ya da politik anlayış, ötekinden daha üstün değildir ve çeşitlilik bizim için iyidir, bizi zenginleştirir. Bunu anlayabilirsek, dünyaya hala acılar getiren “biz” ve “onlar” gibi tutumlardan kaçınabiliriz. Bu sözler, ülkesinin ve insanlarının mahvoluşunu gören, öteki liderlerin sözlerine benzemiyordu. Ve işte bunun için, sözleri güçlü ve etkileyicidir.
Artan şiddet
Ekim 1987’de , arkadaşlarından birinin tutuklanması üzerine, Lhasa’daki keşişler, Çinli
güvenlik polisleriyle çatıştılar. Bunu bir isyan izledi ve Tibetlilerden birkaçı öldürüldü, bir kısmı da
tutuklandı. Ama Çinliler, bu kez, geçmişte olduğu gibi bu olayları gizli tutamadılar, çünkü kent
turistlerle doluydu. Bu arada, hastaneye götürülürlerse, tutuklanacaklarından korkan yaralı
Tibetlilere yardım etmeye kalkan iki Amerikalı doktorun başı neredeyse belaya giriyordu.
Çinliler, kenti sıkı kontrol altına aldılar. Lhasa kenti, asker ve polisle doluydu ve oralara yerleşecek
binlerce insan daha getirildi. Ülkeden gizlice dışarı çıkartılarak İngiliz televizyonunda gösterilen bir
filmde, polisin, Tibetlilere uyguladığı soykırım – Tibetlilerin ve inançlarının, soğukkanlı bir biçimde
yok edilişi – gösteriliyordu.
1988 ve 1989 yılında, Dalai Lama’nın sürgün yıldönümü olan 10 M art tarihinde, daha şiddetli
çatışmalar oldu. Çinliler, bu çatışmaları birkaç kışkırtıcı kişinin neden olduğu önemsiz olaylar gibi
göstermek istedilerse de, Tibet’i son altı yılda ziyaret eden birçok kişinin gördüğü gibi, bu ulusal
bir protestoydu. Tibetliler artık Çin istilasına karşı kesinlikle karşı koymak niyetindeler. Öfke ve
vatanseverlik gibi duygular giderek derinlere inmektedir ve her an yeniden patlayabilir.
Pekin, Tibet’teki tüm Çinliler için büyük tehlike olan bu patlamayı, ancak Dalai Lama ile görüşerek
çözümleyebilir. Çünkü, yalnızca Dalai Lama, halkın Çin’e karşı olan öfkesini ve milliyetçi
duygularını sakinleştirebilir – ve Çinliler bunu gayet iyi biliyorlar.
Barış önerileri
Dalai Lama, görüşmeye ve ödün vermeye de hazırdır. Çinli halkın, Tibetlileri sürekli taciz
edişinden de çok rahatsızdır. Dediği gibi, “Tibet halkının ve onun eşi olmayan kültürünün yok olması
söz konusudur. Bu durum sürüp giderse, Tibetliler, yakın d a kendi ülkelerinde azınlık durumuna
düşeceklerdir.”
Onun, 1987 ‘ de Çinlilere önerdiği , “Beş Maddelik Barış Planı”nda , Tibet’i n askeri güçlerden arındırılmasını ve özellikle orada kurulmuş olan nükleer füze tesislerinin kısmen kaldırı lmasını; ikinci olarak, gelip yerleşen yüz binlerce Çinlinin artık durdurulmasını istemişti. Karşılığında D alai Lama, savunma ve dış ilişkileri Çinlilere bırakacaktı.
Tibetliler arasında, Dalai Lama’nın bu yumuşak yaklaşımının teslim olma anlamı taşıdığını d a
söyleyenler vardır. Onlar, tümüyle bağımsız olan Tibet’i istiyorlar ve bunu elde edebilmek için de uzun
süreli gerilla savaşlarına hazırdı rlar. Oysa Dalai Lam a’ya göre, “Bağımsızlık konusu şu an için tümüyle gerçek dışıdır. Önce, özerk bir yönetim sağlanmalıdır, yoksa Tibetlilerin varlığı tehlikeye atılacaktır.” İki taraf için de görüşmeler çok önemlidir ve bu çaba, yıllar süren baskıdan ve öldürmelerden sonra,Çinli ler için bir ahlaki görev o l m alıdır. Bunu yapmal arı için bazı pratik nedenlerd e var. Tian anmen Meydanı olayından sonra Çin’in ulusl ararası toplulukları da yatıştırm ası gerekmektedir.
Daha da büyük tehlike, Tibet’teki isyanların Çin’in altmış milyon insanının yaşadığı Moğolistan’a
ve Xinjiang’a bulaşmasıdır. Daha büyük isyanların çıkması durumunda büyük katliamlar söz konusu
olabilir. Tibet’in sürgündeki Dışişleri Bakanı, Dalai Lama’ nın şiddet karşıtı düşüncelerine rağmen,
halkının öfkesini engelleyemeyeceğini belirtmiştir. Tibet’in öyküsü, yirminci yüzyılın en acı
öykülerinden biridir ve halfı sürüp gidiyor. Bu öylebir trajedi ki, dünya ülkelerinin çoğu bu konudan
habersiz ya da öyle görünmek istiyor.
Yapılan tek şey, olumlu dünyanın en saygıdeğer ödülü olan Nobel Barış Ödülü’nün 1989 yılında
Dalai Lama’ya verilmesiydi.