
- Ali Nihad Tarlan, Türk tarihçi, şair ve profesördür.
- Doğum tarihi: 1898, İstanbul
- Ölüm tarihi ve yeri: 30 Eylül 1978, İstanbul
- Eğitim: Darolfonoon High School (1919), Vefa Lisesi (1917), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Son Güncelleme 5 ay önce
HAYATI
Prof. Dr.Aili Nihad Tarlan, 1314/1898 yılında İstanbul’da Vezneciler semtinde, hâlen. Fen, Edebiyat ve Kimya Fakültelerinin bulunduğu sahadaki 1327/1911 Bayezid büyük yangınmda yanan Zeynep Hanım Konağının arkasına düşen bahçeli şirin bir evde dünyaya gelmiştir. Anne ve babası kız kardeş çocukları olan Nihad Beyin annesi, Ümmühani Hanım; babası ise Üçüncü Ordu Muhasipliğinden emekli Mehmed Nazif (1276/1860-1927) Beydir.
Merhum Prof. Tarlan bizzat kendisi bize, babası ve ailesi ile ilgili bazı bilgiler vermektedir: “Dedem Pullu (zengin, paralı) Hacı Ali Efendi, Dağıstan’da yedi çiftlik bırakarak Erzurum’a hicret etmiştir. Babam, Erzurum’da dünyaya gelmiş, Erzurum’daki büyük zelzeleçle-bütün serveti mahvolan dedemin gözlerine karasu inmiş ve o zaman dokuz yaşındaki oğlunu yanına alarak Dağıstan’a dönmüş ve bir çiftliği satıp tekrar Erzurum’a avdet etmiştir… Babam 11-12 yaşlarında iken dedem vefat etmiş. Annesinin küçük kardeşi Haşan Efendi dayımız büyük hemşiresini, iki çocuğu ile (biri babam, biri halam) Erzurum’dan Kars’a getirmiş ve babası Kars reisülüleması Şekili Ali Efendinin evine yerleştirmiş. Birkaç ay sonra büyük kardeşi Hacı Ahmed Efendi dayı. Haşan Efendi dayıya:‘’Sen, burada yetişmiyormuşsun gibi bir de kuyruğuna çah takıp getirdin” demiş, Çalı babaannem, babam ve halam. Bu sözü duyan babam; dedesinin her türlü mümânaatma rağmen o gece annesi ile kız kardeşini alıp dede evinden çıkmış, ayrı bir ev tutmuş. Ertesi günü Kars tabyalarında ameleliğe başlamış. Aynı zamanda bir hocadan Arapça dersi alıyormuş.

Yemek tatillerinde, bir taraftan koltuğunun altına sıkıştırdığı ekmeği yerken bir taraftan da Molla CâmTye çalışırmış. Kars şehri ile tabya1ar arasındaki yol 1,5 saatten fazla sürermiş. Geceleri de Tâlim-i hesab adlı bir eserden kendi kendine hesap öğrenmiş. Ertesi sene tabya katipliği imtihanını kazanmış ve oraya katip olmuş.
Babamın teyzesinin kocası Cilimli Mehmet Efendidir, O da Dağıstan ulemasından olup meşhur Şirvânîzade Rüştü Paşa ile ders şeriki imişler. Mehmed Efendi vefat edince ailesine maaş tahsis ettirmek üzere babam ile teyzesinin oğlu Nafiz Zühdü Efendi İstanbul’a gelmişler. Ve babamın baba bir ana ayrı kardeşi Fatma Hanıma misafir olmuşlar. Fatma Hanım, babamdan çok büyükmüş ve o zaman evli ve çoluk çocuk sahibi imiş. Hafız Zühdü Efendi, maaş tahsis ettirip Kars’a dönmüş, Babam İstanbul’da kalıp “Menşe-i Küttâb-ı Askerî” ye girmek için müracaat etmiş. Askerî katipler yetiştirmek gayesiyle kurulmuş olan bu mektebe o zaman bir lise mahiyetinde olan valide mektebi mezunları kabul ediliyormuş. Babamı bu mektepten mezun olmadığı için reddetmişler. Babam me’yus olmamış. Tam bir sene aşağı yukarı iki üç günde bir “Bâb’i Seraskerî (Harbiye Nezareti)’’ye müracaat edermiş. Bu mektebin idaresiyle tavzif edilen hey’et reddetmekten bıkmış usanmış, babam müracaattan bıkmamış. Nihayet bir gün Maliye Nezareti (şimdi Askerî Tıbbiye) karşısındaki kağıtçılara gitmiş; bir mısraı kırmızı, bir mısraı siyah mürekkeple manzum bir isdid’a yazmış, götürmüş.

Bu orijinal hadise karşısında istisnâen babamı kabul etmişler. Babam şair yaratılışh idi, Dîvançesı, 1327(1911) senesi Bayezid yangınında yandı. Yalnız Hafız Mehmed Sebatüddin Efendi Dîvaiîi’nm sonunda manzum bir takrizi kalmıştır. Bir mensur eseri de Üniversite Kütüphanesi Yıldız yazmaları arasındadır. Bedraka-i Sadâkat adlı bu eserin üzerinde şöyle yazar: “Dağıstan muhâcirîn-ı îslâmiyyesmden ve ketebe-i aklâm-ı şahâneden Mehmed Nazif.”Bu esnada annesini ve kardeşini İstanbul’a getirten babam, (o zaman 14 yaşında) şöyle çakşırmış: Sabah namazına Bâyezid camiine gidip cami dersi görür, oradan Menşe-i Küttâb-ı Askerî’ye derse gider. Mektepten çıktıktan sonra Defter-i Hâkanî’ye gidip tanesi beş paraya doldurulan dip koçanı alır, eve gelirmiş. Gece yarılarına kadar koçanları doldurur; sabah tekrar camiye gider, akşam koçanları yerine verip ücretini alırmış, Menşe-ı Küttâb-ı Askerıyye’yi normal müddetten altı ay evvel birincilikle bitirmiş ve derhal levazım dairesine alınmış.
Prof. Tarlan, meslek hayatıyla ilgili olarak ilk defa yurt dışına, Zerdüşt’ün öataîarı “Önsöz”ünde işaret ettiği üzere 1934 yılında Firdevsi’nin bininci yıldönümü dolayısiyle İran’da yapılan şenliklere, Türkiye Cumhuriyeti adına Fuad Köprülü ile birlikte gitmiştir. Ayrıca 1964’de Cento davetlisi olarak, 1966’da İranoloji Kongresi, 1967’de taç giyme töreni ve 1971’de (2500.yıl) Şehinşahlık törenleri ve İranologlar Kongresi olmak üzere dört kere daha İran’a gitmiştir. 1957 yılında Pakistan’a davet edilen merhum, muhtelif tarihlerde de Fransa, İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde bulunmuştur. Çeşitli teşekkür ve takdirnamelerden başka Prof.Dr.Ali Nihat Tarlan’a Pakistan’ın ve İslâm âleminin büyük şairi Allâme Muhammed İkbâl’in eserlerinin Türkçeye tercümesi ve yurdumuzda tanınmasına vesile olması dolayısiyle Pakistan devleti tarafından “Sitâre-i İmtiyaz” nişanı; 1973 yılında da İran edebiyatıyla alâkah çalışmaları sebebiyle kendisine, İran Şahı Rıza Pehlevî tarafından “Âlî Humâyun” nişanı verilmiştir.
ŞAHSİYETİ
Ali Nihad Bey, çok yönlü bir insandı. Her şeyden önce o, bir insani kâmildi. Sonra hoca, ilim ve fikir adamı ve şairdi. Daima itinalı ve güzel giyinmesini seven, devamh yüzü gülen, genizden gelen bir sesle ve gönülden süzülen bir şefkatle “Evlâdım!” hitabını; zerafette, hitabette ve sohbette maalesef nesli tükenen son temsilcilerinden bu İstanbul Efendisini benim gibi hatırlayan yüzlerce, belki binlerce öğrencisi, seveni olmalıdır.
İnsan, acı çektikçe olgunlaşır kanâatini uyandırırcasına o gülen kahverengi gözlerin derinliklerinde, zaman zaman ıztırap gölgelerini hissederdiniz. Bilhassa, meslek hayatı boyunca zuhur eden bazı üzüntülerinin fazla tesiri altında kalması, aynı zamanda kendi hassaslığına, belki de aileden gelen bir hassassiyete veya yetişme tarzına, çocukluk dönemlerine bağlıydı. Nitekim onüç-ondört yaşlarına ait çocukluk veya ilk gençlik hatıralarından bahsederken: “Ben, hemen daima insanlardan kaçan bir acayip rûha sahiptim,” ifadesi bu ihtimâlleri hatırlatmaktadır.
Üç yaşında “Elifba”ya başlayan merhum, hocaları hakkında kendisi, bazı bilgiler vermektedir: “İlk hocam babamdı, Ondan okuma yazma ile Farsça ve Arapçanın sarfını öğrendim. Bana Sâdî’nin GüUstan’mı, Bosîan’mı, Hafız’ın bazı gazellerini o okuttu, Burhan-ı Terakki Rüşdıyesinde Arapça hocamız Hasân Hayrı Efendi namında bir zat idi. SarıkU olmasına rağmen çok ileri fikirli ve kendine mahsus çok cazibeli bir tedris usûlü vardı, Benim gibi diğer bütün talebeleri, onu o kadar çok severlerdi ki ne zaman Arapça bir cümleyi doğru okuyup anlasam,kalbimden bu hocamı minnetle anarım. Aradan seneler geçmişti. Ben Üniversiteye girmiştim, Konya’da Şeyh Galib hakkında bir konferans verdim. Konferans bitti, dışarı çıkıyorduk. Yolumun üzerinde Haşan Hayri Efendiyi görmimeyımmi? Sakalını kestirmişti; fakat o necip sımayı, o pırıl pırıl gözleri görünce olduğum yerde mıhlandım kaldım. Öyle bir heyecan ve muhabbetle boynuna sarıldım ki gözleri yaşarmıştı. Ben kendimi tutamadım, Gözyaşları içinde ellerine sarıldım. Onları tekrar tekrar öpüyordum. Bu an hayatımın unutulmayacak bir ânıydı, Alaca karanlıkta yanımda bekleyen uzun boylu bir zatı gördüm. Bu, beni arabasıyla bulunduğum yere kadar götürmek için bekleyen Vali Nazif Beydi. Derhal döndüm:
Bugün insan cemiyetinde, cemiyet hayatının zarürî mükellefiyetlerinden kurtulup asırların özene bezene kurduğu bir medeniyeti ve aklî nizamı çiğneyerek iptidâi ve daha yerinde bir tabir ile “nefsânî”
hayata doğru bir atılış müşahede edilmektedir. Halbuki iyi düşünülürse bu mükellefiyetler insanı, insanı hayat içinde hakîkaten hür, mesut, sıhhatli, emin yaşatmak için sonsuz tecrübelerin getirdiği bir
nizamdır.
Garptan başlayan ve türlü ideolojilerin peşine takılarak Şarka doğru yürüyen bu çok tehlikeli cereyan, îslâm âlemini de tehdide başlamıştır. Madde medemyetinın canavarlaşan bu felsefesi, Garbı derin bir ıztırap içinde kıvrandırmaktadır. Garbın mütefekkir ve terbiyecilerini, büyük endişelere düşüren bu gidiş, korkunç bir yıkılış manzarası göstermektedir.
Dîvan edebiyatı, hayâlleriyle, sanatlarıyle, zekâ oyunlarıyla bir statik edebiyattır demliyor, bu iddiaya ne dersiniz? Başlıbaşına bir mesele olan dili hakkında düşünceleriniz nedir? Dîvan nesrinin kemâle ulaşmış örnekleri yok mudur?
Bu kanaat, Dîvan edebiyatını bilmeyenler tarafından ileri sürülüyor, Bir kere bütün şumûlüile tetkik etsinler, ondan sonra ilmîusûl dairesinde bir hükme varsınlar. Dîvan edebiyatına sathî bir gözle bakanlarm bu kanaatleri bâtıldır, Dîvan edebiyatı içinde ekoller vardır, Lâkın bundan hiç birimizin haberi yoktur. Çünkü şimdiye kadar bu edebiyat üzerine ilim ve metod ışığı tevcih edilmemiştir, Sadece zevk için okunmuş veya bir kaç gazeline göz gezdirdikten sonra tamamen sübjektif hükümler verilmiştir, Verilen bu hükümler maalesef İlmî esasa dayanmaz. Edebiyat bir san’attır. Yukarıda da dediğim gibi herkes kendine göre ondan bir zevk alır veya almaz, Lâkin bir de ilim mevzuudur, O zaman her şey değişir.
Dîvan nesri Veysî ve Nergisî ile kemâle ulaşmıştır. Kendine mahsus müsecca’ ve muhayyel bir üslûba sahiptir. Müsecca’ nesir bize İran’dan gelmiştir, Onaltıncı asra kadar bir taraftan sade, bir taraftan süslü bir ifade ile yürümüştür. Bunun hakkında bir kitap yazılır. Kolay kolay izah edilemez. Edebî nesir, onbeşinci asırda Sinan Paşanın Tazarruat’ı ile bir vadide kemâle ulaşmıştır. Gayet âhenklidir ve kolay
anlaşılır.
ESERLERİ
Son devirlerin en tanınmış Türk ve Iran edebiyatı mütehassıslarından Prof.Dr.Ali Nihad Tarlan’ın, bilindiği üzere asıl otoritesi ve şöhreti, metin şerhi daha doğrusu Dîvan şiiri şerhi sahasmdadır. Bu yöndeki yazıları, henüz bir araya toplanmamış olmakla beraber bir kitap îeşkü edecek kadar makaleleri bulunmaktadır. Ayrıca değişik muhtelif konularda küçük veya büyük bir hayli eserleri mevcuttur. Bu itibarla merhumun İlmî veya edebî bütün eserleri ana hatlarıyle:
a- Metin şerhi,
b- Metin neşri,
c- Biyografik eserler,
ç- Edebî, dînî, ıçtimaî vs. muhtelif konulardaki yazıları,
d- Şiirleri,
e- Tercüme eserleri
olarak smıflandırılabileceğı gibi;
a- Telif eserleri,
b- Metin neşirleri,
c- Tercüme eserleri
şeklinde ve aynı zamanda bunlar kendi içinde daha da genişletilerek tasnif edilebilir. Müteâkıben bildireceğimiz henüz yayınlanmamış eserleri de bulunan Prof.Dr.Ali Nihad Tarlan’m, yayınlanmış eserlerinden kitaplarının sayısı kırkı bulmaktadır. Bunlarm bir kısmı küçük hacimli olup makalelerden, konferanslardan veya radyo konuşmalarından meydana gelmiştir.
Mevlânâ ve Âkıf hakkında, onların hayat, şahsiyet ve eserlerini nisbeten mufassal olarak konu eden, yer yer muhtelif yazı ve konuşmalarının terkibiyle meydana getirilmiş Mevlânâ ve Mehmed Akif ve Safahat adlı iki biyografik eseri yayınlanmıştır.
Merhum hocamızın bu sahaya girebilecek Ahmed Paşa, Ah Şîr Nevâyî, Şeyh Galib, Abdülhak Hamıd vs. ile alâkalı makale hacminde muhtelif yazıları mevcuttur, Prof.Dr.AliNihad Tarian’ın edebî ve ilmî araştırmaları, bu yöndeki tehf ve tercümeleri, şiirleri haricinde dil, din, ahlâk ve eğitim ağırlıklı olmak üzere Akl-ı Selim, Alevîlik ve Sünnîlik, Dil Meselesi Oyuncak değildir, Üniversite Meselesi Hoca Meselesidir, Gençlerimizi Nasıl Yetiştirmeliyiz, Ezanlar, Fatiha Sûresinden Bir Âyet başlıklı ve benzeri türden çeşitli görüş ve fikirlerini yansıtan gazete ve dergi köşelerinde kalmış kırk civarında makale, konferans, sohbet ve röportajları bulunmaktadır. Yayınlanan şiirleri, Güneş Yaprak ve Kuğular adlı iki kitapta toplanmıştır, Hece, aruz, serbest ve mensur şiir olmak üzere her nevi şiir örnekleri bulunan rahmetli hocanın Farsça şiirleri de bulunmaktadır.
Şiirlerinin bir kısmı, kitaplarının neşrinden önce veya sonra muhtelif dergilerde yayınlanmış olmakla beraber yine çeşitli dergiler kontrol edilerek kitaplarında bulunmayan şiirlerinin de tesbiti muhtemeldir.
Bizim görebildiğimiz kendi el yazısiyle olan defterindeki şiirlerinin bir kısmı yayınlanmış olup çeşith vesüerle düşürülen tarih kıt’alanmn ve hicviyelerinin birkaçı müstesna çoğu henüz neşrolunmamıştır.